SÛRE – İ KAAF Mekke-i Mükerreme'de nazil olan sûrelerdendir. Kırk beş âyeti camidir. بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيمِ قٓ‌ۚ وَٱلۡقُرۡءَانِ ٱلۡمَجِيدِ (1) Müteşâbihâtın te'vilini tecviz edenlere göre tefsir-i Taberî'de beyan olunduğu veçhile (قٓ) lâfzı esma-i İlâhiyeden bir isimdir. Buna nazaran ınanâ-yı nazım: [Kaaf ism-i celîline kasem ederim] demektir. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran (قٓ) lâfzı bu sûrenin ismidir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Şu okunan sûre; sûre-i Kaaf 'tır.] Yahut (قٓ) lâfzı Vâcib Tealâ'nın evvelinde kaf harfi olan (Kaahir), (Kaadir), (Karîb), (Kâbız) ve (Kuddûs) esma-i husnâsının anahtarıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Kaadir ü kayyûm olan zat-ı ülûhiyyetime, şerif, kerîm ve ulu olan Kur'an'a yemin ederim ] demektir. Yahut (قٓ) lâfzı (قضَىماهوكائِن) manâsınadır. O halde manâ-yı nazım: [İlâ yevmil kıyam vuku bulacak şeylerin cümlesiyle hükmolundu ve mecîd olan Kur'an'a kasem ederim] demektir. M e c î d ; Allah-u Tealâ indinde kerîm ve şerif olan şeydir. Çünkü; Kur'an'da hayr-ı kesir ve bereket-i azîm olduğu cihetle Cenab-ı Hak Kur'an'ı mecîd sıfatıyla tavsif buyurmuştur. Mecîd; şeref ve ululuk manâsına dahi olabilir. Çünkü Kur'an; enbiya-yı sabıka hazerâtına nazil olan kitapları neshettiği cihetle kütüb-ü semâviyenin cümlesinden şereflidir. Şu halde Kur'an'ın manâsını bilen ve ahkâmıyla amel eden kimsenin Allah-u Tealâ ve kulları indinde ulu ve şerefli olacağında şüphe yoktur. Zira; şerefli kitapla amel eden kimse elbette şereflidir. Yahut mecîd; azîm manâsınadır. Kur'an'ın amel edenlere menfeat ve faydası pek büyük olduğundan Kur'an azametle tavsif olunmuştur. Kasemin cevabı mukadder (لتبِعثن) lâfzıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Menafi ve fevaidi büyük olan Kur'an'a yemin ederim ki siz öldükten sonra elbette dirileceksiniz, sual ve hesab görüp amelinize göre elbette mücazaad olunacaksınız] demektir. *** Vâcib Tealâ elbette ba'solunacaklarını Kur'an'a kasemle beyan ettikten sonra kâfirlerin teaccüblerini beyan etmek üzere : بَلۡ عَجِبُوٓاْ أَن جَآءَهُم مُّنذِرٌ۬ مِّنۡهُمۡ buyuruyor. [Onlar emr-i nübüvvetin sıdkından şekkile iktifa etmediler, belki kendi cinslerinden azab-ı İlâhî ve âhiret ile korkutucu bir zatın nübüvvetle gelmesine teaccüb ettiler.] Yani; emânet, adalet ve sadakat sıfatlarıyla muttasıf, mürüvvet ve vefa ile ma'ruf olan bir zatın davasını tasdik ve nasihatini dinlemek lâzımken kendilerini irşâd etmek için Allah'ın gönderdiği Resûlünün sözünü dinlemek şöyle dursun kendi cinslerinden âhiret azabı ile onları tehdid eder bir Resûlün gelmesinden teaccüb ettiler. Çünkü; onların itikadınca Resûl meleklerden olur, beşerden olmaz hatta beşerden olsa bile zengin, hatırlı ve mansıb sahibi kimselerden olması lâzım olduğunu itikat ettiklerinden teaccüb etmişlerdir. Halbuki beşerden beşere Resûl gelmesi ma'kul olduğu cihetle teaccübe şayan bir şey değildir. Onlar cümle âlemin halikı Allah-u Tealâ olduğunu bilip ikrar ettikleri halde Allah-u Tealâ'nın kendilerini doğru yola sevketmek için beşerden bir Resûl göndermesine teaccüb ettiler. Beşerden beşere Resûl göndermek hikmet-i bi'sete muvafık ve ma'kul olup Resûlün davasını tasdik edip hüsnü kabul ile karşılamak lâzımken bilâkis teaccüble karşılamanın bir emr-i münker olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. *** Vâcib Tealâ Peygamberimiz efendimizin Resûl olarak gelmesinden kâfirlerin teaccüblerini beyandan sonra âhiretin vücuduna teaccüblerini beyan etmek üzere : فَقَالَ ٱلۡكَـٰفِرُونَ هَـٰذَا شَىۡءٌ عَجِيبٌ (2) أَءِذَا مِتۡنَا وَكُنَّا تُرَابً۬ا‌ۖ ذَٲلِكَ رَجۡعُۢ بَعِيدٌ۬ (3) buyuruyor. [Resûlullah âhiret azabıyla korkutunca kâfirler dediler ki «Şu öldükten sonra dirilmek ne acîb bir şeydir ki biz ölüp toprak olduğumuzda mı dirileceğiz? İşte şu söz akıldan uzak bir şeydir».] Kâfirler böyle demekle âhireti bilkülliye inkâr ettiler. Çünkü; onların aklı sehîf olduğundan lâyıkı ile düşünüp muhakeme edemediler. Binaenaleyh; birdenbire inkâra kalkıştılar. Halbuki ibtidaen halkolunduklarını düşünselerdi inkâr etmezlerdi. Ehl-i Mekke'nin bu sözleri küfr-ü mahızdan ibaret olduğuna işaret için ism-i zamir yerinde (كافرون) lâfzı ism-i zahir olarak varid olmuştur ki bu sözleri küfür olduğunu sarahaten beyanla onların küfrünü âleme ilân olduğu gibi âhireti ve haşr ü neşri inkâr etmenin küfür olduğunu dahi kullara talim vardır. Çünkü âlemin hudusunu ve âhiretin vücudunu itikad etmek; dinin üssüi'esasıdır. Binaenaleyh cemi' edyânın temeli; âhireti itikat etmektir. *** Vâcib Tealâ kâfirlerin âhireti inkâr ettiklerini beyandan sonra onların şüphelerini izale etmek üzere : قَدۡ عَلِمۡنَا مَا تَنقُصُ ٱلاًَرۡضُ مِنۡہُمۡ‌ۖ وَعِندَنَا كِتَـٰبٌ حَفِيظُۢ (4) buyuruyor. [Biz muhakkak onlardan arzın tenkis ettiğini biliriz. Bizim indimizde umum eşyayı hıfzeder kitap vardır.] Yani ehl-i Mekke insanların öldükten sonra dirileceğini neden uzak bir şey addeder, bizim kudretimizi neden inkâr ederler? Halbuki ölüp toprağa karıştıktan sonra toprağın onların vücudlarından ne miktarını yedi, ne kadar noksan etti, etlerinden, kemiklerinden ve her bir cüz'lerinin nerelerde kaldığını biz biliriz. Zira; eczâlarıdan ne kadar noksan ve cüzlerinin nerelerde olduğunu ve herkesin isimlerini hıfzeder bizim indimizde kitap vardır ki o kitaptan hiç bir şey kaybolmaz. Her şey yazılır, yazılanlar da yanlış yazılmaz doğru yazılır. Binaenaleyh; vukuat aynıyla zikrolunur tebeddül ve tegayyür olmaz. Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Cenab-ı Hakkın emvâtı ihyaya kaadir olduğuna ve ilminin de cümle zerrât-ı cihanı ihata ettiğine âyet-i celile delâlet eder. Çünkü Beyzâvî'nin beyanına nazaran Vâcib Tealâ'nın kendi indinde her şeyi hıfzeder bir kitabın mevcut olduğunu beyan etmesi; ilminin her şeyi ihata ettiğini beyan ve temsil kabilindendir. Keenne içinde her şey yazılı bir kitaba malik olup mütaleasıyla meşgul olan kimse o kitapta olan her şeyi bildiği gibi Vâcib Tealâ'nın ilminden de kitapta yazılı olduğu gibi hiç bir şey kaybolmaz demektir. Yahut k i t a p la murad; Levh-i mahfuzdur. Çünkü; Levh-i Mahfuz'da her şey ilminin muktezasınca yazılıdır. Şu halde «ilm-i İlâhî her şeyi ihata etmese levh-i mahfuzda her şey yazılı olamazdı» demek olur. Evvelki âyette kâfirlerin «Biz toprağa karıştıktan sonra nasıl dirilebiliriz? Zira; eczamız toprağa karıştıktan sonra birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eczalar birbirinden ayrılmayınca ihya da mümkün olamaz.» demişlerdi. îşte bu âyet; kâfirlerin bu şüphelerini izale etmekle onlara cevaptır. Zira; ilm-i İlâhînin eczaların her zerresine lâhik olduğunu beyanla eczaların tefriki mümkün olup hiç kimsenin eczası diğerinin eczasına müşabih olmıyacağını ve ilm-i İlâhîde her birerlerinin cüzleri ayrı ayrı malûm olduğunu ve ilm-i İlâhî icâbı onları cem' ederek diriltmek mümkün olduğunu isbaila kâfirlere cevab vermiş ve Haşri inkârlarını red ve ibtal etmiştir. *** Vâcib Tealâ kâfirlerin haşri inkâr etmeleriyle Hakkı tekzibetmiş olduklarını beyan etmek üzere : بَلۡ كَذَّبُواْ بِٱلۡحَقِّ لَمَّا جَآءَهُمۡ فَهُمۡ فِىٓ أَمۡرٍ۬ مَّرِيجٍ (5) buyuruyor. [Belki onlar hak olan Resûl ve o Resûlün kitabı olan Kur'an kendilerine geldiği zaman tekzib ettiler. Binaenaleyh; kendilerine ızdırap verici muhtelif sözler içinde kaldılar.] Çünkü; onlara gelen Resûl Hak, sözü doğru ve davası sadıktı. Şu minval üzere Resûl kendilerine gelince tekzib ettiler, her biri bir gûnâ söylemekle muhtelif sözler arasında şaştılar, ne yapacaklarını bilemediler. Binaenaleyh; daima ıstırab-ı elîm içinde kaldılar. Zira; ehl-i Mekke Resûlullah'a bazan sahir, bazan kahin, bazan da şair dediler ve bu sözlerinin hiç birinde sebat etmediler. Çünkü; her ne söyleseler Resûlullah'ın hal ü şanına lâyık olmadık bir söz olduğu cihetle söyledikten sonra o sözden dönmeye kendileri mecbur olduklarından isnâd ettikleri şeylerin hiç birinde sebat edemiyorlardı. Zira; inad ve istikbâl saikasıyla iftira olarak söylendiğinden söylenen söz üzerinde sebat mümkün olamazdı. Çünkü; âlem kendilerini tekzibedip söyledikleri sözlerinin hasedden neş'et etmiş iftira olduğunu söylediklerinden söylediklerini bir daha söylemekten çekinir ve utanırlardı. Binaenaleyh; sözlerinde sebat etmeleri mümkün olamayınca Resûlullah hakkında ne diyeceklerini bilmez ve şaşkınlık eseri olarak bir takım hezeyanda bulunurlardı. Fakat herkesin inanacağı bir şeyi söyleyemediklerinden buğz u adavetlerini teskin edemedikleri cihetle daima azab-ı elîm içinde bulunduklarını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. İşte Hakk'a karşı itiraz eden insanlar bir müddet-i kalile zarfında galib gibi görünseler bile daima mağlûp ve Hakkın zebunu olduklarından azab-ı vicdanîden ve ıstırab-ı kalpten kurtulamazlar. *** Vâcib Tealâ kâfirlerin hasrı inkâr ettiklerini beyandan sonra inkârlarını reddeden delâil-i afakiyyeyi beyan etmek üzere : أَفَلَمۡ يَنظُرُوٓاْ إِلَى ٱلسَّمَآءِ فَوۡقَهُمۡ كَيۡفَ بَنَيۡنَـٰهَا وَزَيَّنَّـٰهَا وَمَا لَهَا مِن فُرُوجٍ۬ (6) buyuruyor. [O münkirler gaflet ettiler de üzerlerinde bulunan semaya ve semada bulunan kudret-i İlâhiyenin eserlerini görmediler mi, onlara bir kerre nazar-ı ibretle bakmadılar mı, biz gökleri nasıl bina ettik, onların üzerlerinde direksiz nasıl durdurduk ve hiç nazar edip görmezler mi ki? Biz yıldızlarla semayı nasıl tezyin ettik? Halbuki semânın o kadar azamet ve cesameti ile beraber asla yarık, yırtık ve delik gibi bir noksanı yoktur] ki her nereden bakılsa bir siyak üzere müsavidir. Bazı mahalli çukur, eğri veya yüksek olmak gibi noksanlardan salimdir. Şu halde bunları nazar-ı itibare almak ve düşünmek lâzımken terketmek ve mümkün olan haşri inkâr eylemek hamakattan başka bir şey değildir. Çünkü; âlem-i ulvîde olan acaib ve garaibin kâffesi h asrin imkânını ispata kâfi delâil-i kaviyye cümlesin dendir. Zira; bu kadar cesamet üzere acaib ve garaibi havi gökleri halketmeye kaadir olan Allah-u Tealâ'nın insanları öldükten sonra diriltmeye kaadir olacağı evleviyyetle sabit olur. Semâ lâfzı üst tarafta olduğuna delâlet ettiği halde semayı zikirden sonra (فوقهم) lâfzını zikir; haşri inkâr eden kâfirleri tekdir içindir. Yani «Ey haşri inkâr eden insanlar ! Üzerinizde olan semayı görmüyor musunuz ve görülmiyecek bir yerde midir? Her an her saat başınızın üzerinde gözünüzü açtığınızda görüp durursunuz. Şu halde kudretullaha delâlet eden bu kadar delilleri görüp dururken haşri niçin inkâr ediyorsunuz?» demektir. Bu âyette semanın fevk lafzıyla te'kîd olunması, binâsının garabeti ve bir çok tezyinatla müzeyyen olduğunu, bir tarafında delik ve yırtık gibi bir noksan olmadığını ve semanın kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu beyan etmek; semanın mevcut bir bina olduğunu beyanla hukemâ-yı cedîdenin «sema mevhûmâttan ibarettir» sözlerini red ve ibtal etmiştir. *** Vâcib Tealâ âlem-i ulvîden haşrin imkânına delâlet eden delilleri beyandan sonra âlem-i süflide haşrin vücud bulacağına delâlet eden delilleri beyan etmek üzere : وَٱلاًَرۡضَ مَدَدۡنَـٰهَا وَأَلۡقَيۡنَا فِيہَا رَوَٲسِىَ وَأَنۢبَتۡنَا فِيہَا مِن كُلِّ زَوۡجِۭ بَهِيجٍ۬ (7) buyuruyor. [Yer yüzünü biz uzattık, döşedik, arzın üzerine yüksek ve cesîm dağlar koyduk ki yer kemal-i süratle hareket edip mihverinden çıkmasın ve yer yüzünde her neviden gayet güzel otlar bitirdik ki insanlar her birinden intifa etsinler.] Yani; âhireti inkâr edenler yer yüzüne nazar edip Allah'ın acayib ve garaibini görmezler mi ki haşri inkâr ederler? Eğer arza nazar-ı ibret ve in'amla baksalardı onlar haşri inkâr etmezlerdi. Çünkü; Biz Azimüşşân arzı döşedik, insanların maişetine ve isti'mallerine elverişli bir surette uzattık. Üzerinde bulunan insanları rahatsız edecek derecede sallanmasın için arz üzerine yüksek dağları sabit olarak koyduk ve yer yüzünde insanların menfeatleri için her neviden güzel otları bitirdik ki o otlara bakanların gözlerine cilâ, kalplerine sürür ve inşirah verir. Bunların cümlesi kudretullahın azametine ve haşrin imkânına delâlet eden delâil cümlesindendir. Vâcib Tealâ yerde ve gökte haşrin imkânına delâlet eden delilleri beyandan sonra o delilleri zikirden maksadı beyan etmek üzere : تَبۡصِرَةً۬ وَذِكۡرَىٰ لِكُلِّ عَبۡدٍ۬ مُّنِيبٍ۬ (8) buyuruyor. [Cümle işlerinde bize mütevekkil olup tefviz-i umur eden her abdiçin vaaz u nasihat ve hakkı görüp umur-u hakka istidlale âlet olsun diye gökleri bina ve tezyin ettik, yeri döşedik, üzerine büyük dağları koyduk ve bunların cümlesini Hakk'ı arayıcı kullarımıza ibret olsun için işledik.] Şu mevcudatı halketmekten maksat ve hikmet; bu mevcudatın cümlesi bizim canib-i manevimize teveccüh edici her abd için kemal-i kudret ve azametimize, metanet-i hikmetimize delil, erbab-ı teemmüle ibret ve Hakk'ı arayıcı olan kimselere ayna mesabesinde Hakk'ı görmeğe vesile olmasıdır. (عند منيب) dergâh-ı ülûhiyyete rücü edici kul demektir. Bu makamda delâile nazar, semanın ve arzın acayibini tefekkür ve tezekküre rücu edici abdiçin yeri ve göğü gözüyle görmeye ve kalple düşünmeye vesile kıldık demektir. *** Vâcib Tealâ haşrin imkânına, emvâtın ihyâsına, kudret-i İlâhiyyenin şümulüne delâlet eden delâil-i semaviyye ve arziyyeyi beyandan sonra sema ile arz arasında olan delilleri beyan etmek üzere : وَنَزَّلۡنَا مِنَ ٱلسَّمَآءِ مَآءً۬ مُّبَـٰرَكً۬ا فَأَنۢبَتۡنَا بِهِۦ جَنَّـٰتٍ۬ وَحَبَّ ٱلۡحَصِيدِ (9) وَٱلنَّخۡلَ بَاسِقَـٰتٍ۬ لَّهَا طَلۡعٌ۬ نَّضِيدٌ۬ (10) buyuruyor. [Biz semadan hayrı ve bereketi çok yağmur sularını inzal ettik, o mübarek su sebebiyle bağlar, bahçeler ve biçilmek şanından olan arpa, buğday gibi hububatı ve uzunluğuyla beraber bir çok yük götürmeye mütehammil olan hurma ağaçlarını bitirdik ki o hurma ağacının birbiri üzerine teraküm etmiş meyveleri vardır.] Vâcib Tealâ bunların cümlesini insanlara rızık olarak halkettiğini beyan etmek üzere : رِّزۡقً۬ا لِّلۡعِبَادِ‌ۖ buyuruyor. [Bu ni'mellerin cümlesini insanlara ve sair mahlukâta rızık olsun için halketik.] Yani; semadan yağmur yağdırmakla ölmüş insan gibi kurumuş yor yüzünü ihyaya kaadir olan Aliahü Tealâ ölmüş olan insanları ihyaya kadir olamaz mı, o yağmur suları sebebiyle halkettiği bağların meyveleri, hububat-ı saireden hasıl olan enva-ı nimetler, bilhassa hurma ile dünyada insanları merzuk eden Aliahü Tealâ Cennet'te kullarını merzuk etmez mi bu dünyada şu ni'metleri halkeden Aliahü Tealâ âhirette halketmeye kaadir olmaz mı, bunların cümlesindeki kudretini müşahade edip dururken niçin inkâr edersiniz? Halbuki sizin inkâr ettiğiniz haşir ve öldükten sonra insanı diriltmek sizin gördüğünüz yeri ve gökleri ve onların arasında olan mevcudatı halketmekten daha kolay, daha ehvendir. Gerçi Aliahü Tealâ'nın kudretine nisbe;le güçlük, kolaylık yoktur. Binaenaleyh; büyük, küçük, ağır, hafif bir şeyin icadı ind-i İlâhîde müsavi ise de bizlere nisbetle güç ve müşkül olan şeyleri halkettiğini her zaman görüp dururken daha kolay olan insanın ihyasını muhal addetmek ve kudretin haricinde görmek aynı hamakattır. Vâcib Tealâ bu âyette semâ ile arz arasında olan ve haşrin vücuduna delâlet eden delilleri zikirle kâfirlerin âhireti inkârlarını reddetmiştir. Çünkü her sene ekilip biçilerek insanlara gıda olan arpa ve buğday gibi hububat nev'inden olan şeyleri zikrettiği gibi asırlarca payidar olup evlâd ü ahfada kalan hurma ağaçlarını, bir çok ağaçlardan terekküp eden bahçeleri ve bahçelerin meyvelerini zikretti ki cümlesi haşrin imkânına delâlet eder. Zira; her biri kudret-i İlâhiyenin kemâline birer bürhan-ı kâfidir. Çünkü; meyve ağaçlarının güz günlerinde yapraklarını dökmesi insanların ölümlerine benzediği gibi bahar günlerinde yeni doğan çocuklar gibi ufacık yapraklar ve çiçekler açarak başlayıp her birinin kemale ermesi öldükten sonra insanın dirilmesine neden delâlet etmesin, elbette delâlet eder. *** Vâcib Tealâ haşrin imkânına delâlet eden delilleri zikirden sonra o delillerin maksada delâlet ettiğini sarahaten beyan etmek üzere : وَأَحۡيَيۡنَا بِهِۦ بَلۡدَةً۬ مَّيۡتً۬ا‌ۚ كَذَٲلِكَ ٱلۡخُرُوجُ (11) buyuruyor. [Biz Azimüşşân ölmüş adamlar gibi kurumuş beldeyi o yağmur sularıyla ihya ettik. O kurumuş beldeyi yağmur suyu ile ihya ettiğimiz gibi öldükten sonra sizi »hyâ ile kabrinizden böylece çıkarsınız.] Yani ey münkirler ! Öldükten sonra insanın ihyasını neden uzak addedersiniz? Yeryüzü kurumuş ve birbirine muttasıl asla bir menfez yokken yağmur suları ile nasıl yarılıp bahar günlerinde otların bittiğini görmez misiniz? İşte öylece irade-i İlâhiyye tealluk edince otların bittiği gibi insanlar da biter, otların bitmesi ile insanların bitmesinde hiç fark yokken bir nev'ini gözlerinizle görüp kalpleriniz tasdik ettiği halde aynı surette ihya olunacak insanın dirilmesini neden inkâr ederriniz? Şu halde aynı imkân ve hükümde olan iki şeyin birini tasdik diğerini tekzîb etmek; inad ve istikbârdan başka bir şey değildir. *** Vâcib Tealâ zaman-ı seâdette bulunan müşriklerin haşr-ı ecsâdı inkâr ettikleri gibi ümem-i salifenin de inkâr ettiklerini beyan etmek üzere : كَذَّبَتۡ قَبۡلَهُمۡ قَوۡمُ نُوحٍ۬ وَأَصۡحَـٰبُ ٱلرَّسِّ وَثَمُودُ (12) وَعَادٌ۬ وَفِرۡعَوۡنُ وَإِخۡوَٲنُ لُوطٍ۬ (13) وَأَصۡحَـٰبُ ٱلاًَيۡكَةِ وَقَوۡمُ تُبَّعٍ۬‌ۚ كُلٌّ۬ كَذَّبَ ٱلرُّسُلَ فَحَقَّ وَعِيدِ (14) buyuruyor. [Mekke ahalisinden evvel geçen Hz. Nuh'un kavmi Nuh (A.S.) ı ve ashab-ı Ress nebileri (Hanzala) yı, Semud kavmi Hz. Salih'i, Âd kavmi Hûd (A.S.) ı, Firavun ve kabilesi Musa (A.S.) ı, Lût (A.S.) ın ırkan kardeşleri Hz. Lût'u, Ashabı Eyke Şuayb (A.S.) i, Yemen'de Himyerîlerden Tübba' kabilesi nebilerini ve bunlardan her biri taraf-ı İlâhîden kendilerini irşâd için gönderilen resûllerini tekzîbettiler. Binaenaleyh; cümlesi azab-ı ilâhîye müstehak ve gazab-ı sübhânî ile helâk oldular.] Şu halde seni tekzibedenler de elbette onlar gibi helâk olacaklarından onların tekziblerine senin mahzun olmaman lâzımdır. Zira; senden evvel geçen enbiyâ biraderlerinin hepsi kavimleri tarafından bu gibi tekziblere maruz kaldılar, akibet tekzîbedenlerin vücudları helâkle âlemden süpürülüp gittiler, ehl-i iman payidar oldular. (Ashab-ı Ress) in kimler olduğunda ihtilâf varsa da Ni'metullah efendinin tefsirinde beyan olunduğuna nazaran R e s s ; bir kuyunun ismi olup o kuyunun etrafında sakin olanlara ashab-ı Ress denilmiştir. Onlara (Hanzalatübnü Safvan) namında bir nebî gönderilip onu tekzibettikleri mervîdir. (Ashab-ı Eyke) Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran (Medyen) karyesinden başka meşelik orman içinde sakin olduklarından Ashab-ı Eyke denilmiş ve bunlara Şuayb (A.S.) ba'solunmuştur. Kavm-i Tübba'a dair bahis (Sûre-i Dühân) da geçmiştir. T ü b b a ' ; Yemen'de (Himyer) kabilesinden zuhur eden pâdişâhların unvanıdır. Tübba'nın kendi mümin olup kavmi kâfir olduğundan Cenab-ı Hak kavmini zemmetmiştir. Hatta Resûlullah'ın «Tübba' nebi midir, değil midir? bilmiyorum» buyurduğu mervîdir. Şu halde (Tübba') nın salih bir kimse olduğunda şüphe yoktur. Lût (A.S.) ın kavmi kendi ırkından ve alel ekser akraba ve teallukâtından olduğu cihetle Lût (A.S.) ın biraderleri denmiştir. *** Vâcib Tealâ ümem-i salifenin halleri de Resûlullah'ın kavmi olan müşriklerin halleri gibi olduğunu beyanla Resûlünü tesliye ettikten sonra müşriklerin haşri inkârlarını delâil-i enfüsiyyeyle dahi reddetmek üzere : أَفَعَيِينَا بِٱلۡخَلۡقِ ٱلاًَوَّلِ‌ۚ بَلۡ هُمۡ فِى لَبۡسٍ۬ مِّنۡ خَلۡقٍ۬ جَدِيدٍ۬ (15) buyuruyor. [Müşrikler bizim kudretimizi inkâr ederler de onları evvelen icadımızla bizi aciz mi zannederler? Belki onlar yeni bir icadda şek edicidirler.] Yani; onlar haşri inkâr ederler de düşünmezler mi? Yoksa onları evvelen icadımız sebebiyle bizi yoruldu, kudretimiz tükendi ve ikinci defa halketmeye kudretimiz kalmadı zannederler de haşri onun için mi inkâr ederler bilmezler mi bizim kudretimizin ve sair sıfatımızın nihayeti yoktur? Binaenaleyh; onları evvelen icada kudretimiz nasıl tealluk ettiyse âhirette icadlarına da öylece tealluk eder. Çünkü; imkânda bidaye ile nihayenin farkı yoktur. Her iki suret, imkânda müsavi olduğu gibi kudretimizin tealluku da müsavidir. Şu halde onlar evvelen icadımızı bilirler. Onda şüphe etmezler. Belki onların şüphesi ikinci icaddadır. Zira; ölmüş bir kimsenin tekrar dirilmesi âdetin hilafı olduğundan inkâr ederler. Yoksa evvelen kendilerinin icad olunduklarını her zaman ikrar ederler. İnkâra mecalleri yoktur. Ancak şüpheleri; öldükten sonra yeni bir icadla tekrar icad olunmalarındadır. *** Vâcib Tealâ evvelen icadı ve saniyen icada mani bir şey olmadığını beyandan sonra insanın her haline ilm-i İlâhî lâhik olduğunu beyan etmek üzere : وَلَقَدۡ خَلَقۡنَا ٱلاًَنسَـٰنَ وَنَعۡلَمُ مَا تُوَسۡوِسُ بِهِۦ نَفۡسُهُ ۥ‌ۖ وَنَحۡنُ أَقۡرَبُ إِلَيۡهِ مِنۡ حَبۡلِ ٱلۡوَرِيدِ (16) buyuruyor. [Zat-ı ulûhiyyetime yemin ederim ki biz muhakkak insanı halkettik ve biz insanın hatırına hutur eden şeyleri biliriz. Zira; ilmimiz hasebi ile biz insana boynundaki damardan daha yakınız.] Yani; zat-ı ülûhiyyetime kasem ederim ki biz insanı evvelen topraktan ve saniyen nutfeden icadettik. İnsanın nefsine arız olan ve kalbinde cevelân eden gizli hatıralarını biliriz. Binaenaleyh; insanın gönlüne gelen hatıralardan ve sair ahvalinden bize hiç bir şey gizli olmaz. Çünkü; ilmimiz ona boyun damarından daha yakındır. Bu âyetten maksat; insanın ibtidaen icadını beyanla öldükten sonra ihya olunmasına istidlal etmektir. Çünkü ibtidaen icada kaadir olanın öldükten sonra da iadeye kadir olacağı evleviyyetle sabit olur. V e s v e s e ; gizli bir sadadır. Nefsin vesvesesi; kalb-i insana hutur eden şeydir. Vâcib Tealâ insanın kalbine hutur eden şeyleri tamamen bildiğini bu âyette beyan buyurmasıyla zat-ı ulûhiyyetine hafi bir şey olmadığını beyan buyurmuştur ki kâfirler kalplerine gelen hatıraları gizli zannetmesinler. (مِنۡ حَبۡلِ ٱلۡوَرِيدِ) V e r î d ; insanın boynunda iki damardır ki biri sağından diğeri solundan gelir. Kafasında birleşir ve vücud-u insaninin her tarafına kan bu damarlardan cereyan eder. Binaenaleyh; bu iki damar; insanın vücudunun kıvamıdır ve ruh-u insanın bedene hululüne medardır. Şu halde verîd denilen damarlar insana ne kadar yakınsa ilm-i İlâhînin ondan daha yakın olduğunu Vâcib Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. Bu makamda yakin olan ilm-i İlâhî olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; zat-ı İlâhîde mesafe itibariyle yakınlık ve uzaklık tasavvur olunmadığından âyette her ne kadar zatın yakınlığı zikrolunmuşsa da ilminin kemal-i şümulünden kinaye olarak mecazdır. Çünkü; zatın yakın olması ilmin yakın olmasına sebep olduğundan zatının yakın olduğunu zikirle ilminin yakın olduğu murad olunmuştur ki zikr-i sebeb ve irade-i müsebbib kabilinden mecazdır. *** Vâcib Tealâ insanın her halini bildiğini beyandan sonra insanın ahvalini gözetici sağında ve solunda melek bulunup cümle ef'âlini ve bilhassa ağzından çıkan sözlerini yazdığını beyan etmek üzere : إِذۡ يَتَلَقَّى ٱلۡمُتَلَقِّيَانِ عَنِ ٱلۡيَمِينِ وَعَنِ ٱلشِّمَالِ قَعِيدٌ۬ (17) مَّا يَلۡفِظُ مِن قَوۡلٍ إِلاًَ لَدَيۡهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ۬ (18) buyuruyor. [İnsanın sağında ve solunda canib-i İlâhîden umum ahvalini gözetmek ve ef'âl ve akvalinden her ne sadır olursa onları muntazaman deftere yazmağa memur olan iki melek oturucudur.] O melekler insanın ahvalini telakki ettikleri zaman ilm-i İlâhî lahiktir. Ve boyun damarından daha yakındır. [Ve insan bir söz söylemez; illâ onun huzurunda hazır bir melek amelini gözeticidir.] Binaenaleyh; insandan gerek sevab ve gerek çünah her ne sadır olursa onun cümlesini yazar. Yani; insanların mühmel olarak sözleri ve tuttuğu işleri hükümsüz kalamaz hepsi yazılır. Zira; insanın cümle amalini gözetmek için taraf-ı İlâhîden gönderilmiş iki melek memurlardır. O melekler insanın her bir harekât ve sekenâtını telakki ettikleri zaman ilm-i İlâhî onun boynundaki damarlardan daha ziyade yakındır. Binaenaleyh; meleklerde gaflet olmaz. Farz-ı muhal olarak meleklerde gaflet, olsa Vâcib Tealâ'nın ilmi kâfidir. İnsanın ahvalini gözetmeye memur olan meleklerden biri insanın sağında diğeri soluhdadır. Sağ tarafında oturanın vazifesi; insanın sevabını, sol tarafında oturanın vazifesi; günâhını yazmak olduğu ehâdis-i şerife ile sabittir. Beyzâvî'nin beyanına nazaran Resûlullah'ın «Hasenatı yazan melek seyyiâtı yazanın emiridir.» buyurduğu mervidir. Binaenaleyh; insan hasene işlediğinde sağ tarafında olan melek derhal on sevab yazar. Amma bir günâh işlediğinde sağ tarafta olan sol tarafta olan melek'e «Sen yedi saat terket, yazma. Zira; me'mul ki bu adam tevbe veya istiğfar eder de günâhına kefaret olur» demekle seyyiâtın derhal yazılmayıp yedi saat tehir olunduğu mervidir. Vâcib Tealâ insanın her halini bildiği halde ahvalini gözetmeye bir melek memur etmesi büyük bir lûtuf ve ihsandır. Çünkü; insan meleğin hasenat ve seyyiâtını yazacağını ve yevm-i kıyamette amel defterinin eline verileceğini bilince günâhtan vazgeçip sevaba rağbet etmeğe sa'yeder. Bu meleklerin memur olmalarının hikmetlerinden birisi de insan yevm-i kıyamette günâhını inkâr ederse meleklerin şehadeti ve defterin elde bulunması ile insanı ilzam ve iskât içindir, yoksa Vâcib Tealâ'nın kullarının amelini bilmesine ihtiyacından değildir. Zira; Vâcib Tealâ kullarının her hallerini her zaman bilir deftere ihtiyacı yoktur. Melekler insanın her hallerinde bulunurlar, illâ defi zaruret ve cimâ hallerinde geriden gözetirler. Binaenaleyh; melekleri ezadan vikaye için insanın zaruriyyül vuku olan bu iki halinde söz söylemesi kerahet olduğu bazı ehâdis-i celîleden istinbât olunarak kütüb-ü fıkhiyyemizde mezkûrdur. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran hayır ve şer insandan sadır olan her şeyin melekler tarafından yazıldığına bu âyet delâlet eder. Hatta hastalığında inlemesinin dahi yazıldığı mervidir. Bazı ulemâ da Meleklerin yazdığı sevap veya azap icabeden şeyler olup sevaba veya azaba müteallik olmayan şeyleri yazmadıklarını beyan etmiştir. *** Vâcib Tealâ herkesin amelinin yazılacağını beyandan sonra o amelin cezasını mevtinden sonra göreceği cihetle herkes için mevtin muhakkak olduğunu beyan etmek üzere : وَجَآءَتۡ سَكۡرَةُ ٱلۡمَوۡتِ بِٱلۡحَقِّ‌ۖ ذَٲلِكَ مَا كُنتَ مِنۡهُ تَحِيدُ (19) buyuruyor. [Hakka mukarin olarak ölümün şiddeti geldiğinde taraf-ı İlâhîden denilir ki «Şu sana gelen ölümden sen firar edemezsin.»] Yani; meleklerin insanın işlerini gözetip yazmaları ölümün şiddetleri gelip mevtin emareleri zuhur edinceye kadar devam eder, mevt kendilerine gelip acısı her taraflarını çevirince kıbel-i İlâhîden onlara «Şu senin üzerine şimdi nazil olan ölümden sen firar edemezsin, bu ölümü sen kerîh görürdün. İşte kerîh gördüğün ölüm bağrına çöktü, firara mecalin kalmadı.» denir. Evet ! Ölüm insanın bütün me'lûfât ve lezâizini kat'ettiğinden cümle insanlar nazarında gayet çirkin ve acı bir şeydir. Binaenaleyh; mümkün olsa her insan ölmemek ister, lâkin fayda etmediğini ve ölümden kaçmak mümkün olmadığını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. (سَكۡرَةُ ٱلۡمَوۡتِ) ölümün şiddeti ki akla galib ve fehme mani bir haldir. Ölüm gelince bu şiddet onun her tarafını ihata eder. İşte o zaman insan akibetinin sçâdet veyahut şekavet olduğunu müşahede eder ve kendi için hakikat-i hal tebeyyün eyler. *** Vâcib Tealâ insan için ölüm muhakkak olup ölümden kaçmak mümkün olmadığını beyandan sonra ba'delmevt cezanın mevkii yevm-i kıyamet olup yevm-i kıyamet dahi İsrafil'in Sûra üfürmesiyle olacağı cihetle sura üfürüleceğini beyan etmek üzere : وَنُفِخَ فِى ٱلصُّورِ‌ۚ ذَٲلِكَ يَوۡمُ ٱلۡوَعِيدِ (20) buyuruyor. [İsrafil tarafından sura üfürülüp herkes hayran olarak ayak üzerine kalktıkları zaman kıbel-i İlâhîden «İşte şu gün; dünyada size vaadolunan gündür» denmekle o günün kıyamet günü olduğu herkese ilân olunur.] Bu âyette nefih'le murad; ikinci defa üfürülecek olan sur'dur. Çünkü; bundan evvelki âyette mevt beyan olunmuştu. Zira kıyamette b i r i n c i n e f i h le murad; insanların ve sair zîruhların ölmeleri ve âlemin intizamından çıkıp harabolması için vaki olan nefih'tir. İ k i n c i n e f i h ise insanların kabirlerinden kalkıp hayat bulmaları ve herkesin cezalarını görmesi içindir. Şu halde mevti beyandan sonra nefh'in beyanı; nefih'le muradın ikinci sur olduğuna delâlet eder. Dünyada Peygamberler vasıtasiyle kıyametin geleceği ümmetlerine vaadolunduğundan o güne y e v m – i v a î d denilmiştir. *** Vâcib Tealâ sur'un üfürülmesini beyandan sonra insanlar kalkıp arsa-i mahşere geldiklerinde ceryan edecek ahvali beyan etmek üzere : وَجَآءَتۡ كُلُّ نَفۡسٍ۬ مَّعَهَا سَآٮِٕقٌ۬ وَشَہِيدٌ۬ (21) buyuruyor. [Her nefis arsa-i mahşere gelir. Halbuki kendisiyle iki melek bulunur. O iki melekten birisi onu mahşere sevkeder, diğeri amelinin iktizasına göre menfeatına veyahut mazarratına şehadet eder.] Yani; sûr üfürülüp herkes kabrinden kalkıp mahşere geleceğinde her şahıs yanında iki melek bulunarak gelir. G meleklerden birisi o şahsı mahşere sevkeder diğeri de onun lehine veya aleyhine şehadet eder. Kazî'nin beyanına nazaran her şahısta bir melek olup iki sıfatı cami olmak ihtimali vardır ki o bir melek hem sevkeder hem de menfeat veya mazarratına şehadet eder. Yahut sevkeden melek dünyada günâhını yazmaya şehadet eden melek de sevabını yazmaya memur olandır. Yahut sâikle murad; insanın nefsi ve onun mukavimdir. Şehîdle murad; insanın azasıdır. Hulâsa; sûr üfürüldükten sonra nâsın mahşere geldiği zaman herkesin iki melekle geleceği ve o meleğin biri sevkedici olup diğeri ameline şehadet edeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ her nefsin iki melekle huzur-u İlâhîye geleceğini beyandan sonra o zamanda canib-i İlâhîden gelecek hitabı beyan etmek üzere : لَّقَدۡ كُنتَ فِى غَفۡلَةٍ۬ مِّنۡ هَـٰذَافَكَشَفۡنَاعَنكَ غِطَآءَكَ فَبَصَرُكَ ٱلۡيَوۡمَ حَدِيدٌ۬ (22) buyuruyor. [Taraf-ı İlâhiden insanlara hitaben «zat-ı Ulûhiyyetime kasem ederim ki ey insan ! Sen şu günün geleceğinden gafletteydin. Binaenaleyh; bu gün biz senin gözünden perdeyi açtık şu halde bu gün senin gözün keskindir şiddetle her şeyi görür» denmekle kıyameti inkâr edenler tekdir olunurlar.] Yani; sûr üfürülüp insanlar mahşere geldiklerinde taraf-ı İlâhîden her insana hitabederek denilir ki «Ey insan ! Sen dünyada şu günden gaflet üzereydin. İşte gaflet ettiğin günü re'yelayn müşahade ettin. Biz senin gözünden o gaflet perdesini kaldırdık. Binaenaleyh; bu gün gözün gayet hiddetli ve keskindir. Her şeyi görür ve görülmesi mümkün olan her şeye tesir eder. Halbuki dünyada gözün mahsusâtı görmeye alıştığından ma'kulâtı görmez ve âhirete inanmazdı. Bu günse o perdeler açıldı, meydana çıktı ve her şeyi görür oldun, hiç bir şeyde şüphen kalmadı» denmekle dünyadaki kusurları yüzüne vurulur. Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet; bu dünyada müşahadesi mümkün olmayan şeyleri âhirette herkesin müşahade edeceğine delâlet eder. Çünkü; dünyada görmeye mani olan gaflet, gözün za'fı ve sair perdeler âhirette zail olur. Şu halde «mani zail olunca memnu avdet eder» kaidesince perde zail olunca görülmesine mani olan şeylerin cümlesi görülür. Binaenaleyh; insan görmediği bir çok şeyleri görür ve dünyada görülmesi mümkün olmayan bir takım şeyleri görmek mümkün olur. Çünkü; gözün za'fı gider ve gayet keskin bir hale gelir. *** Vâcib Tealâ âhirette asi olan insanlara söylenecek sözleri beyan ettikten sonra asîlerin mukarinleri olan şeytan veya melek tarafından söylenecek sözü beyan etmek üzere : وَقَالَ قَرِينُهُۥهَـٰذَامَالَدَىَّ عَتِيدٌ (23) buyuruyor. [Günâhkâr olan kimsenin mukarini olan şeytan der ki «işte şu asî benim indimde Cehennem için hazırdır.»] Yani; günâhkâr olan kimselerin dünyada âhiretten gafletleri üzerine yevm-i kıyamette tekdir olunduktan sonra dünyada insanın daima yanında bulunan ve azdıran şeytan der ki «İşte şu asî benim indimde Cehennem için hazırdır. Zira; ben iğfal ettim, aldattım ve kötü amellerini kendine güzel gösterdim, onu yoldan çıkarmakla, bir çok günâhlar işletmekle Cehennem'e istihkak kesbettirdim, hazırladım. Binaenaleyh; bu günâhkâr benim indimde Cehennem için hazırlanmıştır.» demekle cürmünü itiraf eder. Şu manâ; k a r î n ile muradın şeytan olduğuna nazarandır. Amma bazı müfessirinin beyanı veçhile k a r î n ile muradın insanın amelini gözetmeye memur olan melek olduğuna nazaran manâ-yı âyet: [İnsanın işlediği amellerini yazmak için daima kendine mukarin olan melek der ki «İşte şu defter-i amalinde yazılı olan ameller senin için benim hıfzettiğim ameller ki benim indimde hazır ve mahfuzdur.»] demektir. İnsanın yanında daima bulunur bir karin olduğuna bu âyet delâlet eder. Amma meleğin bulunduğuna ve amelinin yazıldığına diğer âyetlerde dahi delâlet vardır. Binaenaleyh; herkesin amelini yazmak için meleğin bulunduğu kafidir, hilafını itikat caiz değildir. İnsanı azdırmak için şeytanın bulunduğu dahi kafidir. Bunda da şüphe olmadığı gibi herkesin yanında ona mahsus bir şeytanın mukarin olduğuna dahi bazı ehâdis-i celile delâlet eder. *** Vâcib Tealâ insanın karini tarafından söylenecek sözü beyandan sonra kendi tarafından söylenecek sözü beyan etmek üzere : أَلۡقِيَافِىجَهَنَّمَ كُلَّ ڪَفَّارٍعَنِيدٍ۬ (24) مَّنَّاعٍ۬ لِّلۡخَيۡرِمُعۡتَدٍ۬ مُّرِيبٍ (25) buyuruyor. [Hesap görülüp herkesin gideceği mahal meydana çıkınca Allah-u Tealâ tarafından denilir ki «atın Cehennem'e her küfredici kâfiri ki o kâfir Hakka inad edici, emvalinin zekâtını vermeyici, haktan geçerek batıla meyil ve dininde şekkedicidir.» İşte şu sıfatları taşıyan kâfirin istihkakı Cehennem'dir.] Yani; asîlerin karinleri söyledikten sonra Vâcib Tealâ tarafından asîleri sevkeden melekle a'mâline şehadet eden meleğe hitaben «ey Melekler ! Küfründe ileri giden ve şiddet gösteren her kâfiri Cehennem'e atın ki o kâfir hakkı inkâr etmekte son derece inad edici, emvalinin zekâtını vermeyici, din-i İslâma girmek istiyenleri men' ve hakkı terkederek başkalarına zulüm ve din-i İslâmın hak olduğunda şekkedicidir. İşte şu sıfatları taşıyan kâfirin istihkakı Cehennem'dir.» Duyurulmakla kâfirin Cehennem'e atılması emrolunur ve emr-i İlâhî derhal icra edilir. Vâcib Tealâ kâfirleri bu âyette beş sıfatla tavsif etmiştir: B i r i n c i s i ; şiddetle küfredici olmalarıdır. İ k i n c i s i ; hakkı kabul etmemekte inad edici olmalarıdır. Ü ç ü n c ü s ü ; hayır olan işlere şiddetle mani olmalarıdır. D ö r d ü n c ü s ü ; zulm ü teaddî edici ve Haktan tecavüzle batıla meyledici olmalarıdır. Beşincisi; din-i Muhammedi'de şekkedici olmalarıdır. Bunlardan her biri Cehennem'e istihkaka kâfi olduğu halde hepsinin bir adamda bulunması onun şiddetle Cehennem'e atılmasını mucib olacağı evleviyyetle sabittir. Binaenaleyh; bu misilli kâfirler hakkında Cehennem'e atılmalarına dair emr-i İlâhî şiddetle varid olacaktır. (كفار) şiddetle küfredici demektir ki müşriklerdir. Zira ş i r k ; küfrün her nev'inden eşeddir. (عنيد) ziyade inad edici demektir ki Hakkı kabul etmemekte şiddet göstericidir. (مناع للخير) hayır; enva-ı ibadât ve hayrata şamildir. Şu halde her hayra mani olan kimseye mennâun lilhayır denilir. Bu makamda zekâtını men'ile fukaranın hakkını vermeyenler ve din-i İslâma girecekleri men'edenler murad olunmaya elyaktır. Çünkü; âyetin (Velid b. Mugîre) hakkında nazil ve (Velid) ih ise sadakat-ı mefrûzasını vermekte gayet bahil olduğu mervîdir. (معتد) zulüm ve haktan batıla meyledici demektir ve kâfirlerin cümlesinde bu manâ mevcuttur. (مريب) din-i İslâmda şekkedici demektir. *** Vâcib Tealâ şu beyan olunan sıfatlarla kâfirleri zemmettikten sonra itikatta en fena olan şirki irtikâb ettiklerini beyanla dahi zemmetmek üzere : ٱلَّذِى جَعَلَ مَعَ ٱللهُِ إِلَـٰهًا ءَاخَرَ فَأَلۡقِيَاهُ فِى ٱلۡعَذَابِ ٱلشَّدِيدِ (26) buyuruyor. [O kâfir-i anîd şol kimsedir ki Allah'la beraber Allah'dan başka mabud ittihaz etti, Allah'dan başka mabud olduğuna zahib oldu. Şu halde o muannid kâfir Allah'ın şeriki olduğunu itikad edince «Siz onu şiddetli azab içine atın» denilir.] Binaenaleyh; müşrikler Cehennem azabının en şiddetli mevkiinde bulunurlar. Zira şirk; küfürlerin her nev'inden eşedd olduğu cihetle şirki irtikâbedenler azabın şiddetlisine müstehak olurlar. Çünkü cezanın cinayete göre tertib olunması; adalet ve kavaid-i esasiyye iktizasındandır. Vâcib Tealâ Allah-u Tealâ'ya sirkeden müşrikin Cehennem'in şiddetli ateşine atılması taraf-ı İlâhîden emrolununca bütün günâhlarını şeytana tahmil etmesi üzerine şeytan tarafından irâd edilecek nutkunu beyan etmek üzere : قَالَ قَرِينُهُۥ رَبَّنَا مَآ أَطۡغَيۡتُهُۥ وَلَـٰكِن كَانَ فِى ضَلَـٰلِۭ بَعِيدٍ۬ (27) buyuruyor. [O müşrikin karini olan şeytan der ki «Ya Rabbi ! Ben onu idlâl edip tuğyana sevketmedim. Lâkin o kendi hidayetten pek uzak dalâletteydi.»] Şeytan böyle demekle kâfirin cinayetini kendine yükletir. Yani; kâfirin Cehennem'e atılmasını Cenab-ı Hak emretmesi üzerine o kâfir Cehennem'e girince «Ya Rabbi ! Beni, mukarinim olan şeytan azdırdı, bütün günâhları irtikabıma sebeboldu» diyerek şeytandan şikâyet edince şeytan mukabele eder der ki «Ey bizim Rabbimiz ! Ben onu idlâl etmedim o kendi yoldan çıktı ve bir dalâlette bulundu ki o dalâlet hidayetten gayet uzaktı. Ve doğru yola girmek ihtimali yoktu.» Şu manâ; karinin şeytan olduğuna nazarandır. Amma karinin melek olduğuna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Kâfirler Cehennem'e girince «Ya Rabbî ! Ben tagî değildim ve lâkin amelimi yazan melek benim demediğim sözleri ve işlemediğim amelleri yazmış. Ben defterimde olan günâhları işlemedim» demesi üzerine karîn olan melek «Ey bizim Rabbimiz ! Ben emrolunduğum veçhüzere yazdım. Binaenaleyh; acele etmedim, ancak söylediğini ve işlediğini yazdım. Söylemediğini ve işlemediğini yazmadım. O kendisi tuğyan etmekle dalâleti irtikabetti» demekle kâfiri ilzam eder.] Fahri Râzi'nin ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile kâfirin küfrü şüphe üzerine olmayıp mücerred inad ve istikbârdan neş'et ettiği cihetle imanı ihtiyar etmesi gayet uzak olduğuna işaret için Cenab-ı Hak dalâleti bu'diyyet yani gayet uzak olmakla tavsif buyurmuştur. Şeytanın bundan evvelki âyetlerde «benim idlâlim sebebiyle Cehennem'e hazırlanmış» demesiyle bu âyette «idlâl etmedim» demesi arasında tenakuz yoktur. Çünkü; «İdlâl ettim» dediğinde ihtiyarıyla dalâleti kabul etti.» demektir. Bu âyette ise «idlâl etmedim» demek «idlâle icbar etmedim» demektir. Yahut Fahri Râzi'nin beyanı veçhile şeytan evvelki âyette idlâl ettiğini ikrar etmişse de ikinci âyette kendi de Cehennem'e girince şeytan idlâlini inkâr etti demektir. Binaenaleyh; âyetler şeytanın ikrar ve inkârını beyan ettiği cihetle tenakuz varsa şeytanın sözündedir, kelâm-ı İlâhîde değildir. Zira; âyetler şeytanın söyliyeceği sözleri hikâyedir. *** Vâcib Tealâ Cehennem'e giren asî ve karini olan melek ve şeytanla aralarında vaki olan mücadelelerini beyan etmek üzere : قَالَ لاًَتَخۡتَصِمُواْلَدَىَّ وَقَدۡ قَدَّمۡتُ إِلَيۡكُم بِٱلۡوَعِيدِ (28) مَايُبَدَّلُ ٱلۡقَوۡلُ لَدَىَّ وَمَآ أَنَا۟ بِظَلَّـٰمٍ۬ لِّلۡعَبِيدِ (29) buyuruyor. [Allah-u Tealâ onlara dedi ki «benim huzurumda muhasama etmeyin. Çünkü; şimdi muhasamanın faydası yoktur. Halbuki Rusûl-ü Kiram vasıtasiyle sizi irşâd için inzal ettiğim kitaplarımda tuğyan ve isyan edenlere azab edeceğimi beyan ve takdim etmiştim. Siz ise kabul etmediniz. Binaenaleyh; sizin için ihticaca salih bir i'tiraz kalmadı. Şu halde mücadelenizde fayda yoktur. Zira; benim indimde sebkeden hükm-i İlâhiyyem tebeddül etmez ki (Ben işlemedim ve beni şeytan idlâl etti) demek gibi bir takım vahi i'tizarlardan fayda göresiniz ve ben kullarıma zulmedici değilim.] Şu halde herkesin isyanı üzerine azab ederim, günâhından ziyade azabetmem ki zulüm olsun. Binaenaleyh; size vaki olan azab sizin günâhınız miktarıdır ve hiç bir kimseye atf-ı cürmetmeye selâhiyetiniz yoktur.» demekle Cenab-ı Hak onları muhasamadan nehiy ve feryadın, çağırışıp bağırışmanın faydası olmayacağını kendilerine tefhimle iskât eder. Vâcib Tealâ ins ü cinden Cehennemi dolduracağını kitaplarında haber verdiği cihetle o haberini tasdik ve vaadini tahkik etmek üzere : يَوۡمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ ٱمۡتَلَأۡتِ وَتَقُولُ هَلۡ مِن مَّزِيدٍ۬ (30) buyuruyor. [Zikret ya Ekrem-er Rusûl şol günü ki o günde biz Cehennem'e sual eder deriz ki «sen asîlerle doldun mu?» Cehennem de «Bize daha ziyade var mı?» demekle cevab verir.] Yani; ehl-i Cehennem gelip fevç fevç Cehennem'e atıldığında biz Cehennem'e «Ey Cehennem ! Sen günâhkârlarla doldun mu? Daha boş yerin kaldı mı?» deriz. Cehennem de bize «Daha ziyade var mı?» der. Çünkü; asîler gelip Cehennem'e atıldığında daha boş mahalleri kaldığı için asîlerden daha ziyade olsa alabileceğini beyan eder. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu sual Cehennem'e ehl-i Cehennem'in cemisi dahil olmadan evvel olmak ihtimali galibtir. Çünkü; ehl-i Cehennem'in cemisi dahil olduğunda dünyada Cenab-ı Hakkın haber verdiği cihetle Cehennem dolacağından ziyade talib olmaz. Şu halde ziyadeye talib olması ehl-i Cehennem'in hepsinin girmeden evvel olacağına delâlet eder. Vâcib Tealâ Cehennem'in dolup dolmadığını ilm-i ezelîsi ile bildiği halde Cehennem'e sualinin hikmeti; ikidir : B i r i n c i s i ; dünyadaki vaadini tahkik etmektir. Çünkü; dünyada ins ü cinden Cehnenem'i dolduracağını Kur'an'da beyan buyurmuştu. İ k i n c i s i ; kâfirlere tevbih ve tekdir içindir. *** Vâcib Tealâ ehl-i Cehennem'in hallerini beyandan sonra ehl-i Cennet'in bazı hallerini beyan etmek üzere : وَأُزۡلِفَتِ ٱلۡجَنَّةُ لِلۡمُتَّقِينَ غَيۡرَبَعِيدٍ (31) buyuruyor. [Uzak olmadığı halde Cennet müttekîlere yaklaştırılmıştır.] هَـٰذَا مَا تُوعَدُونَ لِكُلِّ أَوَّابٍ حَفِيظٍ۬ (32) [Cânib-i İlâhîden ehl-i Cennet'e denilir ki «işte şu derecât-ı âliyye; evâmir-i İlâhiyyeyi hıfzederek her işinde Allah'ın şeriatına rücû' edenlerin küllisine dünyada vaadolunsn sevabtır.»] مَّنۡ خَشِىَ ٱلرَّحۡمَـٰنَ بِٱلۡغَيۡبِ وَجَآءَ بِقَلۡبٍ۬ مُّنِيبٍ (33) [O müttekîler şol kimselerdir ki onlar anilgıyâb Rahman Tealâ'dan korkar ve halis kalbiyle Cenab-ı Hakkın huzuruna gelenlerdir.] Şu halde Allah'tan korkanlara ve huzur-u kalple gelenlere Cennet gayet yakınlaştırılmıştır. Yani; şirkten ve sair günâhlardan kaçınmakla nefislerini tehlikeden vikaye eden müminlere Cennet uzak olmadığı halde yaklaştırılmıştır, ehl-i Cennet, Cennet'i görünce taraf-ı İlâhîden onlara «Şu gördüğünüz Cennet; dünyada size vaadolunan Cennet'tir» denilir. O Cennet ma'siyetten dönerek taat-ı İlâhiyyeye rücû edip emr-i İlâhîyi lâyık olduğu veçhüzere hıfzeden kimselerin cümlesine yaklaştırılır, ki o kimseler Rahman Tealâ'yı görmedikleri halde korkarlar. Binaenaleyh; huzur-u İlâhîye ihlâs üzere taat-ı İlâhiyeye rücû ederek hâlis kalpleriyle gelirler. Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile ehl-i Cennet Cennet'e dahil olmadan evvel arş-ı a'lânın sağ canibinden yakın bir mahalden Cennet-i âlâ ehl-i Cennet'e gösterilir ve o zaman «şu gördüğünüz Cennet; dünyada size vaadolunan Cennettir» denilir. İşte o zamanda ceryan edecek ahvali Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Ehl-i Cennet'in Rahmet-i İlâhiyyeyi fazlaca recâ ettiklerine işaret için esma-i husnâ içinden rahman ism-i şerifi varid olmuştur. İnsanda muteber olan Allah'ın emrine rücu eden kalb-i halis olduğuna işaret için bu âyette kalp; münîb lafzıyla tavsif olunmuştur. Çünkü Allah'tan korkmayan ve emrine rücu eylemeyen kalp kasavet sahibi olduğundan nazar-ı İlâhîde itibardan sakıttır. Hulâsa, ehl-i Cennet'te beş sıfat lâzım olup onlar da müttekî olmak, her emrinde Cenab-ı Hakkın şeriatına rücû etmek, ahkâm-ı İlâhiyyeyi hıfzedici olmak, Allah'tan korkmak ve kalbi Cenab-ı Hakka merbut bulunmak olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ ehl-i Cennet'in evsafını beyandan sonra ehl-i Cennet'e vaki olacak iltifat-ı İlâhiyyesini beyan etmek üzere : ٱدۡخُلُوهَابِسَلَـٰمٍ۬‌ۖ ذَٲلِكَ يَوۡمُ ٱلۡخُلُودِ (34) لَهُم مَّايَشَآءُونَ فِيہَاوَلَدَيۡنَا مَزِيدٌ۬ (35) buyuruyor. [Taraf-ı İlâhîden ehl-i Cennet'e taltif suretiyle «azabtan kurtulmuş olarak Cennet'e girin. İşte şu gün; ebedî Cennet'te kalacağınız bir gündür» denilir. Halbuki ehl-i Cennet için «Cennet'te her istedikleri vardır. Ve bizim indimizde onlar için hazırlanmış daha ziyadesi vardır.» denilmekle iltifat olunurlar.] Vâcib Tealâ ehl-i Cennet'e dört şeyle iltifat edeceğini bu âyette beyan buyurmuştur : B i r i n c i s i ; bilûmum afat ve azabtan ve sair korkulacak şeylerin cümlesinden salim olduklarını beyanla Cennet'e girmelerine emr-i İlâhî'nin zuhur etmesidir. İ k i n c i s i ; Cennet'e girdikleri gün yevm-i hulûd olup Cennet'te ölüm olmayacağının beyan olunmasıdır. Ü ç ü n c ü s ü ; Cennet'te arzu ettikleri her şeyin bulunacağını beyanla tebşir olunmalarıdır. D ö r d ü n c ü s ü ; ind-i İlahide onların gördüklerinden daha ziyade ni'metlerin bulunmasını beyanla kalplerinin mesrur olmasıdır. Bu âyette z i y a d e yle murad; ehl-i Cennet'in Cenab-ı Hakkı bizzat görmeleri olduğu cumhur-u müfessirîn'in cümle-i beyânatındandır. Beyzâvî'nin beyanı veçhile s e l â m ile murad; azabtan selâmet olduğu gibi nail oldukları nimetlerin zevalinden dahi selâmettir. Yahut Altah'dan ve meleklerden selâm lâfzını almaktır. Çünkü selâm lâfzı; enva-ı mekârihten selâmeti iş'âr ettiğinden selâmla taltif olunmak ehl-i Cennet için büyük tebşiri mutazammın seâdet-i uzmâdır. *** Vâcib Tealâ kâfirleri azab-ı uhrevî ile tehdid ve ehl-i Cennet'in nimetlerini beyan imana terğib ettikten sonra azab-ı dünyevî ile dahi tehdid etmek üzere : وَكَمۡ أَهۡلَڪۡنَاقَبۡلَهُم مِّن قَرۡنٍ هُمۡ أَشَدُّمِنۡہُم بَطۡشً۬افَنَقَّبُواْفِىٱلۡبِلَـٰدِهَلۡ مِن مَّحِيصٍ (36) buyuruyor. [Mekke ahalisinden evvel Rasullerini tekzib edip iman etmeyen bir çok ümmetler ihlâk ettik ki onların kuvvetleri ve şiddetleri senin kavminden daha ziyadeydi, tutuşları Mekke'lilerden şiddetliydi. Onlar yer yüzünde dereleri, dağları ve taşları deldiler. «Günâhları iktizası helâkten ve ölümden kurtulmaya bir çare bulup bir melce' ele geçirebildiler mi?»] Yani; ya Ekrem-er Rusûl ! Senin kavminden evvel nice ümmetleri meselâ Âd ve Semud ve Firavun'un kavmi gibi satvet ve saltanat sahipleriyle, Mekke'lilerden daha ziyade emval, evlâd, a'van ve etba'ları çok bir takım akvamı biz ihlâk ettik ki onlar yer yüzünü gezdiler, dereleri, dağları deldiler, yollar yaptılar, köşkler ve saraylar inşâ ettiler. İşte bu kadar kuvvet ve satvet sahibi olan akvam gazab-ı İlâhîden kurtulmaya bir çare bulabildiler mi? Elbette bulamadılar. Binaenaleyh; helâk olup gittiler. O ümmetler o kadar kuvvet ve kudretle helâkten halasa bir çare bulamayınca Mekke'liler hiç bulamazlar. Şu halde onlar kendilerini irşâd için taraf-ı İlâhîden gönderilen Resûllerine iman etmediklerinden helâk olunca, Ya Ekrem-er Rusûl ! Senin kavmin de sana itaat etmedikçe helâk olacaklardır. Helakten halâsa ise iman etmekten başka çare yoktur. (فقَبوا) t e n k î b ; bir şeyi delmek manâsınadır. Ümem-i salifeden bir çokları dağları deldiler, yollar yaptılar, taşları deldiler köşkler yaptılar, beldeleri dolaştılar görülmesi mümkün olan ma'mureleri gördüler, fakat helâkten kurtulmaya bir çare bulamadılar. Halbuki onlar yer yüzünü i'mârda muktedâ bih olmuşlar, kuvvet ve kudretlerini âleme tanıtmışlardı. Böyle oldukları halde kendilerine irşâd için gönderilen Resûllerine iman etmedikçe helâkten kurtulamadılar. Binaenaleyh; kendi Resûllerine iman etmeyen Mekke ahalisi de kurtulamazlar. Zira; bunlar evvel geçenlerden daha zayıflardır, Mekke'liler ticaret sebebiyle seyr ü sefer edip evvel geçenlerin harabelerini seyr ü temâşâ ediyorlar. Onlardan ibret alıp mütenebbih olmaları lâzımken mütenebbih olmuyorlar. Binaenaleyh; helâke müstehaklardır. *** Vâcib Tealâ evvel geçen milletlerden Resûllerine iman etmedikleri için bir çoklarının helâk olduklarını beyandan sonra onların helâklerinden bu ümmet için hisse ve nasibin ibret almak olduğunu beyan etmek üzere : إِنَّ فِىذَٲلِكَ لَذِڪۡرَىٰ لِمَن كَانَ لَهُۥ قَلۡبٌ أَوۡ أَلۡقَىٱلسَّمۡعَ وَهُوَشَهِيدٌ۬ (37) buyuruyor. [Ey Habibim ! Şu sana inzal olunan Kur'an'da ve o Kur'an'ın beyan ettiği ahkâm ile o ahkâm içinden bilhassa ümem-i salifenin helâklerine dair olan ahkâmda aklı olup kalb-i selime malik olan veyahut kendine kulak verilmiş can kulağıyla, kalbi hazır ve zihni toplu olarak dinleyen kimse için nasihat vardır.] Yani; şu sûrede zikrolunan gerek kâfirlerin hallerinde, gerek müminlerin derecelerinde, gerek evvel geçen ümmetlerin helâklerinde gafil olmayıp huzur-u kalple düşünen ve kendine verilen kulağıyla dinleyen akl-ı kâmil sahipleri için ibret vardır. Binaenaleyh bunları sathi bir bakışla bakıp ehemmiyetsiz bir dinleyişle dinleyip geçivermemek lâzımdır. Zira; bunların her birinde insanlar için ayrı ayrı maksatlar ve faydalar vardır. Onları düşünmek ve birer birer arayıp bulmak ve muktezasına göre amel etmek vezaif-i diniyye cümlesindendir. Çünkü; aklı olan bir kimse için bu âlemin elden ele devredip ve ahvalin gün be gün saat be saat değişip teğayyür etmesini ve Cenab-i Hakkın ef'âlindeki acaib ve garaibini tefekkür etmekle nefsini bir saha-i selâmete çıkarmanın çaresini araması levazım-ı insaniyedendir. Kezalik taraf-ı İlâhîden kendine verilen ve doğru sözü dinlemeye lâyık olan kulağıyla taraf-ı risaletten tebliğ olunan ahkâmı kendi hazır ve kalbi toplu olduğu halde dinleyerek muktezasiyle amel edip nefsini mehlekeden kurtarması vâcibtir. Binaenaleyh; bir kimsenin aklı olmaz veyahut aklı olur lâkin hak olan sözü dinlemez veyahut dinler fakat gafil olursa o kimse hiç bir şeyden müteessir olmaz, kendini mehlekeden kurtaramaz. Adetâ yırtıcı bir behâim menzilesinde olduğu cihetle nefsini helâkten tahlîs edemez. (وَهُوَشَهِيدٌ۬) «Kendine söylenen doğru sözü kalbi hazır olduğu halde dinler, manâsını düşünür, zihnini toplar ve sadakatla mecliste hazır olduğu halde kemal-i itaatle alır ve mucibiyle amel eder» demektir. Tefekkür şanından olan kalbe ta'zîm için bu âyette kalp lâfzı tâ'zime delâlet eden tenvin ile nekre olarak varid olmuştur. Çünkü; tefekküre kaadir olmayan akıl elbette hakir, tefekküre malik olanın şanı ise azimdir. Hulâsa; sahib-i şeriattan vaki olan tebligatı lâyıkıyla dinlemek vâcib ve ondan müstefid olmak üç şart ile meşrut olup B i r i n c i s i ; safî kalbe malik olmak, İ k i n c i s i ; Hak sözü dinliyecek sadık kulağa sahib olmak, Ü ç ü n c ü s ü ; kalbin ve kulağın bulunmasıyla beraber vücudu o makamda hazır olup zihni toplu olarak can kulağıyla dinlemek ve düşünmek lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ ümem-i salifenin helâklerinde ümmet-i Muhammed için ibret olduğunu beyandan sonra haşrin imkânına delil-i aharı beyan etmek üzere : وَلَقَدۡ خَلَقۡنَاٱلسَّمَـٰوَٲتِ وَٱلاًَرۡضَ وَمَا بَيۡنَهُمَافِى سِتَّةِ أَيَّامٍ۬ وَمَامَسَّنَا مِن لُّغُوبٍ۬ (38) buyuruyor. [Zat-ı ulûhiyyetime yemin ederim ki semâvat, arz ve onların aralarında olan mevcudatı altı gün miktarı bir vakitte Biz Azimüşşân halkettik. Halbuki bu kadar cesametli mevcudatı halkettiğimiz az bir zamanda bize yorgunluk gelmedi ve azıcık bir durgunluk bile arız olmadı.] Şu halde bu kadar yeri, gökleri ve onlarda olan ayları, yıldızları, hayvanları, otları ve ağaçları altı gün miktarı bir zamanda halkedip de asla yorgunluk arız olmayan Vacibül Vücud'un insanları öldükten sonra ihya edip amellerine göre ceza vereceğinde şüphe yoktur. Bazı müfessirînin beyanları veçhile bu âyetin Yahudilerin batıl itikatlarını red ve ibtal etmek için nazil olduğu mervidir. Çünkü; Yahudiler «Allah-u Tealâ âlemin i'câdına ehad günü başladı Cuma günü bitirdi ve Cumartesi günü hâşâ arş-ı alâ üzerine arkası üstü yattı dinlendi» derler. Bu itikat üç cihetten batıldır: B i r i n c i s i ; Cenab-ı Hak'ka yorgunluk isnadıdır. Zira yorgunluk isnad etmek; kudret-i İlâhîyyeyi tenkis ve tahdid etmektir. Halbuki kudret-i İlâhiyye mütenahiye değildir. İ k i n c i s i ; arş-ı alâ üzerinde kararlaşıp yatmasıdır. Zira; Allah-u Tealâ'nın mekâna ve yatıp oturmağa ihtiyacı olmadığından mekândan ve sair emâre-i hudûstan münezzehtir. Ü ç ü n c ü s ü ; âlemin hilkati ehad günü başladı ve Cuma günü bitti demeleridir. Çünkü; âlem halkolunmadan evvel zaman ve zamanı taksim eden gece, gündüz, ay ve güneş yoktu ki Cuma ve ehad günleri olsun. Amma âyette zikrolunan «Altı günde» demek bundan evvel bazı âyetlerde beyan olunduğu veçhile «altı gün miktarı bir zamanda» demektir. Ve bu te'vîl zaruridir. Zira; gün, hafta, ay, sene ve bunların cümlesinin vücudu bu âlemin vücudundan sonradır. Çünkü ayı, günü tayin gece ve gündüzün vücuduyla olup ay ve gün ise arzın ve semanın vücuduyla olduğundan bu âlem halkolunmadan evvel ehad, cuma ve sair günler yoktu. Binaenaleyh âyette beyan olunan altı gün; miktardan kinayedir. Şu halde Tevrat'ta böyle yanlış bir şey olmadığından Yehud'un Tevrat'ta naklettikleri itikatları tahrif olunan ve sû-u te'vile uğrayan mesaildendir. *** Vâcib Tealâ müşriklerin akibet helâk olacaklarını ve mevcudatı altı gün miktarı bir zamanda halkettiğini beyandan sonra Resûlüne bazı vesayâsını beyan etmek üzere : فَٱصۡبِرۡ عَلَىٰ مَايَقُولُونَ وَسَبِّحۡ بِحَمۡدِ رَبِّكَ قَبۡلَ طُلُوعِ ٱلشَّمۡسِ وَقَبۡلَ ٱلۡغُرُوبِ (39) buyuruyor. [Kâfirlerin hali temerrüd ve inad olunca ya Ekrem-er Rusûl ! Müşriklerin söyledikleri sözlerine sen sabret, gün doğmadan ve gün inmeden evvel Rabbinin senâsına mülabis olduğun halde nevâkıstan Rabbini tenzih et.] Yani; ey Habibim ! Müşriklerin hasrı inkâra dair söyledikleri şeyler üzerine sabret. Zira; bu âlemi icada kaadir olan Rabbin Tealâ öldükten sonra insanları ihyaya ve onlardan ahz-ı intikama kaadir olur. Binaenaleyh; müşriklerin âhireti inkârlarına müteessir olma, akşam ve sabah Rabbin Tealâ'nın hamdine mülabis olduğun halde Rabbini nevakıstan tenzih et. Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette tulu' ve Gurub-u Şemsi zikretmek, umum evkatte teşbihin lâzım olduğuna işaret içindir. Yani; «Her zaman Rabbini sena etmekle beraber nekaisten tenzih et» demektir. Bu iki vakti zikretmek; onların şereflerine işarettir. Yani «Rabbin Tealâ'nın hamdine mukarin olduğun halde Vacibülvücudu her zaman tenzih etmek lazımsa da hele şu iki vakitte daha ziyade teşbih etmek lâzım» demektir. Bu âyette t e s b i h ; namaz manâsına olduğuna nazaran manâ-yı âyet: [Ey Resûl-ü mükerrem sen kâfirlerin nâlâyık sözlerine sabret, akibet selâmettir. Allah-u Tealâ'ya hamd ü sena eder olduğun halde sabah ve akşam namazlarını edâ et] demektir. *** Vâcib Tealâ şems'in tuluundan ve gurubundan evvel teşbihin lüzumunu beyandan sonra geceleri dahi teşbihin lüzumunu beyan etmek üzere : وَمِنَ ٱلَّيۡلِ فَسَبِّحۡهُ وَأَدۡبَـٰرَ ٱلسُّجُودِ (40) buyuruyor. [Gecenin bazı cüz'lerinde ve secdelerin arkasında Rabbini teşbih et] Yani; gündüzün iki tarafı olan akşam ve sabahta Rabbin Tealâ'yı teşbih ettiğin gibi ey Nebiyy-i Zişân ! Gecenin bazı saatlarında ve secdeyle kıldığın namazlar akabinde dahi teşbih et. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile sücûdun edbarı ile murad; akşam namazından sonra kılman iki rekat ve sabah namazından evvel kılman iki rekat sünnetler olduğu (Ömer), (Ali) ve (İbn Abbas) (R.A.) hazerâtından mervîdir. Resûlullah'ın nevafil içinde sabah namazının evvelindeki iki rek'at sünnete ihtimamı sair nevafile ihtimamından daha ziyade olduğu Hz. Aişe (R.A.) den mervîdir. Beyzâvî'nin beyanına nazaran bu âyetler beş vakit namaza şamildir. Çünkü gün doğmazdan evvel teşbih ile murad; sabah namazı ve gurubtan evvel teşbih ile murad öğle ve ikindi namazları ve gecenin bazısında teşbih ile murad; akşam ve yatsı namazlarıdır. Secde akabinde teşbih ile murad; farz namazları akabinde edâ olunan nevafil-i mesnunedir. Hulâsa; gecede, gündüzde ve bilhassa tayin olunan vakitlerde Cenab-ı Hakka ta'zîm ve teşbihin lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ teşbihin lüzumunu beyandan sonra o teşbihlerin faydası görüleceği yevm-i kıyameti zikretmek üzere : وَٱسۡتَمِعۡ يَوۡمَ يُنَادِ ٱلۡمُنَادِ مِن مَّكَانٍ۬ قَرِيبٍ۬ (41) buyuruyor. [Ey Habibim ! Yakın bir mekândan münadînin nida edeceği gün hakkında sana vahyolunan haberi işit ve o güne intizar et] Yani; ey Resûlü Mükerrem ! İşit sen şol günü ki o günde İsrafil dünyanın her tarafında bulunan emvâta işittireceği derecede yakın bir mahalden nida eder ve o sadâyı alesseviye herkes işitir. Binaenaleyh; o günde insanların göreceği zahmetler ve mihnetler hakkında sana vahyolunan haberleri sen işit ve ümmetine tebliğ et. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette m ü n a d î ile murad; Cibril-i Emin olmak ihtimali varsa da ekser-i müfessirînin beyanlarına nazaran münadî ile murad; İsrafil'dir. Zira nida; sür'un sadâsıdır. Sûra üfürecek ise İsrafil'dir. Onun sadâsıyla halkın hayat bulacağı diğer nususla da sabittir. Rivayet-i sahihaya nazaran İsrafil'in nidası şu kelimelerle olacaktır : «Ey çürümüş kemikler, kesilmiş mafsallar, toprağa karışmış etler ve dağılmış saçlar ! Siz hayat bulun, kabirlerinizden kalkın ki Allah-u Tealâ fasl-ı kaza, hesap ve ceza için sizin mahşere içtimâinizi emrediyor» demekle emvâtı mahşere davet eder. ve bilcümle emvât derhal hayat bulur, şu sözleri işitir, derhal davete icabet ederek mahşere içtimaa müsaraat ederler, zaman geçmeksizin her şahıs hesap mahallinde hazır bulunur ve vaki olacak emr-i İlâhîye intizar ederler. Mekân-ı karîb ile murad; Beyt-i Mukaddeste Sahratullah mevkii olduğu Tefsir-i Hâzin'in cümle-i beyanatındandır. Binaenaleyh; İsrafil'in sadâsı Sahratullah'tan her tarafa alesseviyye vasıl olur. Zira; Sahratullah’ın dünyanın ortasında olduğu mervîdir. Ebussuud Efendinin beyanı veçhile ibtidâen icad kün kelimesiyle olduğu gibi nihayette iadenin dahi kün kelimesiyle olması muhtemeldir. Halkın dirilmesi için İsrafil'in Sura üfüreceği ve Cibril-i Emin'in mahşere davet için nida edeceği ve bu makamda münadi ile muradın Cibril-i Emin olduğu Tefsir-i Medarik'te beyan olunmuştur. Mekân-ı karîb hangi mekân ve münadî kim olursa olsun nidanın vukuu, hesab ve ceza için içtima kafidir. Binaenaleyh; nâsın mahşere içtimaını inkâr etmek zamriyyât-ı diniyyeyi inkâr olduğu cihetle küfr-ü sarihtir. *** Vâcib Tealâ bir münadînin nida edeceğini beyandan sonra o günde herkesin o sadâyı işiteceğini beyan etmek üzere : يَوۡمَ يَسۡمَعُونَ ٱلصَّيۡحَةَ بِٱلۡحَقِّ‌ۚ ذَٲلِكَ يَوۡمُ ٱلۡخُرُوجِ (42) buyuruyor. [Ya Ekrem-er Rusûl ! Hasrolunmalarına irade-i İlâhiyye taalluk edince ins ü cin haşre müteallik olan ikinci sedayı hak olarak işitirler ve o günde vaki olacak ahvale dair sana vahyolunan şeyleri işit ki işte o sayhanın vuku bulacağı ve emvâtın kabirlerinden kalkacakları gün kabirlerinden çıkacakları gündür.] Binaenaleyh; o günde bilcümle ins ü cin büyük, küçük, erkek, dişi. İslâm, kâfir kabirlerinden çıkıp mahşere gideceklerdir. Vâcib Tealâ kabirlerinden kalkacaklarının sebebini beyan etmek üzere : إِنَّا نَحۡنُ نُحۡىِۦ وَنُمِيتُ وَإِلَيۡنَا ٱلۡمَصِيرُ (43) buyuruyor. [Biz dünyada insanları ihya eder ve öldürürüz, ahimle mercileri ancak bizim huzur-u İlâhîmizdir, bizim huzurumuzdan başka merci' yoktur.] Yani; biz dünyada insanı evvelen icâdeder sonra öldürürüz, âhirette tekrar ihya ederiz, âhirette cümle halkın mercii bizim huzur-u manevimizdir. Binaenaleyh; bizim huzurumuza gelmedik kimse bulunmaz. Zira; herkesin cezasının tertibolunacağı ve hesabının görüleceği bizim huzurumuzdur. İyi, kötü herkes amelinin cezasını görecektir ve o hükmü verecek mahkeme-i Kübrâ orasıdır. *** Vâcib Tealâ İsrafil'in Sura üfüreceğini ve herkesin o sadâyı işiteceğini ve nâsın kabirlerinden kalkacağını beyandan sonra mahşere içtimain keyfiyetini beyan etmek üzere : يَوۡمَ تَشَقَّقُ ٱلاًَرۡضُ عَنۡہُمۡ سِرَاعً۬ا‌ۚ ذَٲلِكَ حَشۡرٌعَلَيۡنَا يَسِيرٌ۬ (44) buyuruyor. [Ey Nebiyy-i Muhterem ! Zikret sol günü ki o günde insanların kabirleri yardır ve kemal-i sür'atle kabirlerinden çıkar; İşte şu, onların kabirlerinden sür'atle çıkmaları; nâsın mahşere içtimalarıdır. Bu içtimâ, nâsı ihya etmek ve mahşere toplamak bir haşirdir ki bizim üzerimize bu pek kolay bir şeydir.] Yoksa kâfirlerin düşündükleri gibi nâsı ihya etmek, kabirlerinden kaldırmak, mahşere cem'etmek, herkesin hesabını sormak ve cezalarını vermek bizim kudretimize nazaran müşkül bir şey değildir. Vâcib Tealâ yevm-i kıyamette cereyan eden ahvalin bazısını beyandan sonra Resûlünü tesliye ve ehl-i Mekke'yi tehdid etmek üzere : نَّحۡنُ أَعۡلَمُ بِمَا يَقُولُونَ‌ۖ وَمَآ أَنتَ عَلَيۡہِم بِجَبَّارٍ۬‌ۖ buyuruyor. [Biz onların dedikleri sözleri biliriz ve sen ey Habibim ! Onlar üzerine cebredici olmadın.] Yani; biz kıyameti inkâr edenlerin inkâra dair söyledikleri sözleri ve senin sözlerine itiraz ve inkâr sadedinde söylediklerini .gizli ve aşikâr cümlesini biz bilirz, sen onlar üzerine ahkâmı kabule cebredici değilsin, ancak sana vahyolunan ahkâmı tebliğe memursun. Binaenaleyh; vazifeni ifa ettikten sonra onların sözlerinden müteessir olma. Zira; söyledikleri sözlerine bizim ilmimiz lâhik olduğundan cezay-ı sezâlarını veririz. Şu halde esef kâfirlere aittir, size ait değildir. Bu âyette iki cümle vardır : B i r i n c i c ü m l e kâfirleri tehdid etmiştir. Zira Cenab-ı Hakkın onların söyledikleri her sözü bilmesi; o sözleri üzerine ceza vereceğini iş'âr ettiğinden söyledikleri sözlerin cezasından kâfirlerin korkması lâzım gelir, i k i n c i c ü m l e ; Resûlullah'ı tesliyedir. Çünkü Resûlullah'ın onlar üzerine cebredici olmadığını beyan; ancak vazifesi tebliğ olup bu vazifeyi edâ ettikten sonra bütün mes'uliyyefr kâfirlere ait olduğunu iş'âr ettiğinden Resûlullah için kederi mucib bir şey olmadığını beyan etmektir. *** Vâcib Tealâ Resûlünün kâfirleri iman etmeye icbar etmek vazifesi olmadığını beyandan sonra vazifesini beyan ve tayin etmek üzere : فَذَكِّرۡ بِٱلۡقُرۡءَانِ مَن يَخَافُ وَعِيدِ (45) buyuruyor. [Ey Habibim ! Sen vaîdimizden korkanlara Kur'an'ı zikret.] Yani; siz onların söylediklerini bilince ve sen de onları din-i hakkı kabule icbare memur olmayınca bizim tehditlerimizden korkan kimselere sen Kur'an'ı zikirle ahkâmını beyan ve Kur'an'ın muktezasıyla onlara vaazet ki azabımızdan korkan kimseler kabul ederler, korkmayanların bildikleri ellerindedir. Kur'an'ın nasihatlarını nazar-ı itibare alarak intifa edenler ancak Allah'tan korkanlar olduğundan bu âyette Vâcib Tealâ Kur'an'ın zikrini azabtan korkanlara tahsis buyurmuştur. Çünkü; Allah'dan korkmayanlar Kur'an'ın nasihatından intifa etmezler. ***