SÛRE - İ SAF Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerdendir. Ondört âyeti hâvidir. بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيم سَبَّحَللهُِ مَافِىٱلسَّمَـٰوَٲتِ وَمَا فِىٱلاًَرۡضِ‌ۖ وَهُوَ ٱلۡعَزِيزُ ٱلۡحَكِيمُ (1) [Teşbih etti Allah-u Tealâ'ya göklerde ve yerde olan cümle mevcudat. Zira; Allah-u Tealâ mülkünde herkese galib ve emrinde hakimdir.] Yani; semevat ve arzda bulunan cümle mahlûkat Allah-u Tealâ'nın cemi' sıfat-ı kem aliyeyle muttasıl ve noksan sıfatların cümlesinden münezzeh olduğuna delâlet ve şehadet ettiler. Çünkü; Allah-u Tealâ murad ettiği şeylerin cümlesine galib ve cemi' tedbir ve takdirinde işleri muhkemdir. Binaenaleyh; Vâcib Tealâ’nın hiç bir fi'li bozulmaz. Çünkü; işleri her türlü hikmete muvafık olduğundan bilcümle avarıza mukavemet eder ki hiç bir vecih ve behaneyle işine tezelzül arız olmaz. Vâcib Tealâ'yı mevcudatın takdisi ve nevâkıstan tenzihi dâimi olduğuna işaret için Teşbih lâfzı Mazi sigasiyle vârid olmuştur. *** Vâcib Tealâ mahlûkatın kendine tesbit ettiğini beyandan sonra ehl-i imana lâyık olmayan bazı ahvali beyan etmek üzere : يَـٰٓأَيُّہَا ٱلَّذِينَءَامَنُواْلِمَ تَقُولُونَ مَالاًَ تَفۡعَلُونَ (2) buyuruyor. [Ey mü'minler ! Niçin işlemeyeceğiniz şeyi söylersiniz?] Yani imanın muktezası; ahdi vefa etmekken yerine getiremeyeceğiniz ve ifa edemeyeceğiniz şeyi niçin söyler ve teahhüd altına girersiniz? Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; ashaptan bazıları «Allah-u Tealâ'ya a'malin hangisi sevgili olduğunu bilmiş olsak işleriz» demeleri üzerine yevm-i Uhud'da Allah-u Tealâ, ind-i ulûhiyetinde a'da-yı dinle muharebenin sevgili olduğunu beyan edince bu sözü söyleyenlerden bazıları düşmanla muharebeyi ağır görmeleri üzerine Cenab-ı Hak bu âyetle onları tekdir etmiştir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey mü'minler ! Tahammül edemeyeceğiniz şeyi niçin vaadedersiniz?] demektir. Şu halde insan için ifa edemeyeceği şeyi va'detmek her zaman mezmumdur ve yalan olarak yapmadığı bir şeyi yaptım ve söylemediği şeyi söyledim demek de bu âyete dahil ve mezmumdur. Çünkü işlemediği bir şeyi işledim demek; ayıp olduğu cihetle bu gibi şeylere utanmadan cesaret etmek ve söylemek mürüvveti ihlâl eden yalan cümlesinden olduğu için ehl-i imana lâyık değildir. Binaenaleyh; vadettiği bir emr-i hayri terketmek mezmum olduğu gibi işleyemeyeceği bir şeyi vaad etmek de mezmumdur. Hulâsa; yapmadığı ve yapamayacağı bir şeyi yaptım veyahut yapacağım demenin insan için lâyık olmadığı bu âyet'ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ insanların işleyemeyeceği şeyleri vaadetmeleri mezmum olduğunu beyandan sonra şu mezmumiyetin derecesini beyan etmek üzere : ڪَبُرَمَقۡتًاعِندَٱللهُِ أَن تَقُولُواْمَالاًَ تَفۡعَلُونَ (3) buyuruyor. [İşlemeyeceğiniz şeyi söylemeniz indallah gazab yönünden büyük oldu.] Yani; ey mü'minler ! İşleyemeyeceğiniz şeyi işleyeceğiz diyerek vaadetmeniz indallah günah yönünden pek büyük oldu. Zira; insan için ahdini îfa etmek lâzım olduğundan îfa edeceğini vaadedip de sonra o vaadi yerine getirmemek âr ve ayıptır ve indallah büyük günahtır. *** Vâcib Tealâ gaza ederiz deyip de sonra gazayı kerih görenleri zem ve tekdir ettikten sonra gaza edenlere muhabbet ettiğini beyan etmek üzere : إِنَّ ٱللهُِ يُحِبُّ ٱلَّذِينَ يُقَـٰتِلُونَ فِىسَبِيلِهِۦصَفًّ۬ا كَأَنَّهُم بُنۡيَـٰنٌ۬ مَّرۡصُوصٌ۬ (4) buyuruyor. [Muhakkak Allahii Tealâ muhabbet eder şol kimselere ki onlar birbirine rabtolunmuş binalar gibi sarfoldukları halde fisebilillâh düşmanla muharebe ederler.] Yani; Allah-u Tealâ muhakkak razı olur şol kimselerden ki, onlar din-i İlâhî'yi i'lâ ve kelime-i tevhidi neşr ü ta'mim için a'da-yı dinle mukatele ve bir hatt-ı hareket üzere ki yapılmış ve birbirine bağlanmış binalar gibi muhkem ve yekdiğerinden ayrılmaz bir halde safbeste olarak devam ederler ve zahirde bedenleriyle kireçle tahkim edilmiş duvar gibi yekdiğerine bağlı ve bâtında kalpleri kelime-i tevhid üzere ittifak etmiş çözülmez bir halde birbirlerine yardım etmekle şevketlerini muhafaza ederler. Binaenaleyh; bütün ehl-i iman muhkem yapılmış metin ve yıkılmaz bir kal'a mesabesinde olduklarından aralarında ihtilâf ve ihtilâl olmaksızın sözleri ve özleri bir olarak düşmanla mukatele ederlerse Cenab-ı Hakkı razı ve hoşnud edeceklerine bu âyet delâlet eder. İşte bu esasa binaen saff-ı kıtalden firar etmek diyanet-i İslâmiyede büyük günahtır. Çünkü firar; kuvvet-i İslâmiyeyi ihlâl edib asakir-i İslâmiyenin bozulmasına ve düşmanın galebesine sebeb olduğundan rıza-yı İlâhî'ye muhaliftir. Binaenaleyh; saff-ı İslâmdan firar eden kimse âsi ve mücrimdir. Hulâsa; muhkem ebniyeler gibi yekdiğerine merbut ve saff olarak fisebilillâh düşmanla muharebe edenlerin Allah'ın muhabbetine mazhar olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ a'da-yı dinle muharebe edenlere muhabbet ettiğini beyandan sonra kıtali terketmek emr-i Resûlullah'a muhalif olduğu cihetle Resûlullah'a eza olup gazab-ı İlâhî'ye bais olacağını beyan etmek üzere : وَإِذۡ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوۡمِهِۦ يَـٰقَوۡمِ لِمَ تُؤۡذُونَنِى وَقَد تَّعۡلَمُونَ أَنِّىرَسُولُ ٱللهُِ إِلَيۡڪُمۡ‌ۖ فَلَمَّا زَاغُوٓاْ أَزَاغَ ٱللهُِ قُلُوبَهُمۡ‌ۚ وَٱللهُِ لاًَيَہۡدِىٱلۡقَوۡمَ ٱلۡفَـٰسِقِينَ (5) buyuruyor. [Zikret ya Ekrem-er Rusûl ! Şol vakti ki, o vakıtta Musa (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim ! Bana niçin eza ediyorsunuz? Halbuki siz benim Allah'ın size gönderdiği Resûl olduğumu suret-i kafiye ve muhakkakada biliyorsunuz. Şu halde eza etmemek lâzımken neden ezaya cesaret edersiniz?» dedi. Vakta ki onlar Hak'tan meyledince Allah-u Tealâ da onların kalblerini Hak'tan meylettirdi ve Allah-u Tealâ taatinden çıkan kavmi hidayette kılmaz.] Yani; ya Ekrem-er Rusûl ! Sen ümmetinden kıtali arzu etmeyenlerin hallerini birâderin Musa (A.S.) ın kavminden emrine muhalefet ederek kıtali terkedenlerin hallerine kıyasla o zamanı hatırına getir ki senin ümmetin de onlardan ibret alsınlar ve Allah'ın Resûlüne muhalefetin o resule eza olduğunu bilsinler ve zikret şol vakti ki o vakitte Musa (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim ! Bir takım müfteriyat isnad ederek emrime muhalefetle kıtali terketmek ve bir nevi' taama sebredemeyiz ve Allah'ı açıktan bize göster demek gibi vahi şeylerle bana niçin izâ ediyorsunuz? Halbuki kat'i surette benim taraf-ı İlâhî'den sizin dünyevi ve uhrevi menfeat ve mazarratınızı beyan etmek ve sizin sebeb-i necatınız olacak doğru yolu size göstermek için gönderilmiş Resûl olduğumu bilirsiniz. Şu halde emrime imtisal ve bana ta'zim etmeniz lâzımken niçin eza ediyorsunuz?» demekle kavmini insafa da'vet etti. Vakta ki kavm-i Musa nasihat dinlemeyerek doğru yoldan çıkınca Allah da onların kalblerini hakkı kabulden meyi ettirdi. Binaenaleyh; batıla meyletmekle dalâlette kaldılar ve gazab-ı İlâhî'ye müstehak oldular. Zira; tarik-ı haktan çıkmış olan kimseleri matluba isal eder derecede Allah-u Tealâ hidayette kılmaz. Çünkü; kul irâdesini batıla sarfedince Allah-u Tealâ kulun irâdesi vechüzere halkettiğinden kulun ef al-i ihtiyariyenin hiç birinde mecbur olması lâzım gelmez. Fahri Râzi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile fâşıkların hidayetten mahrum olmalarının sebebi; ancak kendilerinin fıskı ve haktan meyle sebeb-i aslî de yine fıskları olduğundan dolayı zemmolunduklarına işaret için zamir mevkiinde (فًاسقَين) lâfzı ism-i zahir olarak varid olmuştur. Enbiya-yı izama izânın azametine, akibetinin vehametine ve en nihayet küfre badi ve azab-ı ebediye sebeb olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü; enbiyanın emrine itaat etmeyerek isyanla ülfet eden kimseleri Allah-u Tealâ sevmediğinden doğru yola sevketmeyeceğini beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; onlar doğru yola gitmeye niyet etmedikleri cihetle Allah-u Tealâ onlar hakkında doğru yolu nasib etmez. *** Vâcib Tealâ Hazret-i Musa'nın kavmine vâki olan sözünü beyanla emr-i Resûle muhalefetin kötülüğünü beyandan sonra Hazret-i İsa'nın Benî İsrail'e hitaben sözlerini de beyanla âkibetin vehametine tenbih etmek üzere : وَإِذۡ قَالَ عِيسَىٱبۡنُ مَرۡيَمَ يَـٰبَنِىٓ إِسۡرَٲٓءِيلَ إِنِّى رَسُولُ ٱللهُِ إِلَيۡكُم مُّصَدِّقً۬ا لِّمَا بَيۡنَ يَدَىَّ مِنَ ٱلتَّوۡرَٮٰةِ وَمُبَشِّرَۢا بِرَسُولٍ۬ يَأۡتِى مِنۢ بَعۡدِى ٱسۡمُهُۥۤ أَحۡمَدُ‌ۖ buyuruyor. [Ya Ekrem-er Resûl ! Zikret şol vakti ki o vakıtta Hazret-i Meryem'in oğlu İsa (A.S.) Benî İsrail'e hitaben «Ey Benî İsrail ! Benden evvel nazil olup önümde bulunan Tevrat'ı tasdik ve benden sonra gelecek bir Resûlle sizi tebşir edici olduğum halde — ki o Resûlün ismi Ahmed'dir— ben size Allah'ın resulüyüm» demekle kavmini hakka da'vete başladı.] Yani; ey Resûl-ü Mükerrem ! Şol vakti tezekkür etmekle kavmin sana yapmış oldukları izâdan mahzun olma ki o vakıtta Meryem oğlu İsa (A.S.) Benî İsrail'e «Ey Benî İsrail ! Ben size benden evvel nazil olan ve benim huzurumda bulunan Tevrat'ın ahkâmını ve taraf-ı İlâhî'den gelmiş bir kitab olduğunu tasdik edici olduğum halde Allah'ın Resûlüyüm, dünyevi ve uhrevi menfaatinizi size beyan edeceğim ve ben sizi bir Resûl ile tebşir ediciyim ki o resul benden sonra gelir ve ism-i şerifi Ahmed'dir» dedi ve bu sözüyle kendinin Allah'ın resulü olduğunu kavmine tebliğ etti. Resûlullah'ın medh ü senası çok olduğu için ismi Ahmed olmuştur. Zira A h m e d 'in manâsı; Hamd ü senası ziyade çok demektir. Binaenaleyh; nâsın lisanında Resûlullah'ın senası sair enbiya-yı izamdan daha çoktur. *** Vâcib Tealâ İsa (A.S.) ın risalet da'vasini izhar edince kavmi, da'vasında sadık olduğuna delâlet eder mu'cize taleb etmeleri üzerine İsa (A.S.) mu'cizesini getirince kavminin söyledikleri sözlerini beyan etmek üzere : فَلَمَّاجَآءَهُم بِٱلۡبَيِّنَـٰتِ قَالُواْهَـٰذَاسِحۡرٌ۬ مُّبِينٌ۬ (6) buyuruyor. [Risalet da'vasi üzerine vakta ki İsa (A.S.) da'vasınm doğru olduğuna delâlet eder mu'cizeleriyle gelince onlar «Şu İsa (A.S.) ın getirdiği şey meydanda bir sihirdir» dediler.] Halbuki İsa (A.S.) ın onlara getirmiş olduğu mu'cizeleri ondan evvel geçen enbiya-yı kiram getirmemişlerdi. Lâkin kavminin şekavetleri ve kalblerinde olan kasavetleri bu sözü söylemeye onlara cesaret verdi ve mu'cizeye sihirdir demekten çekinmediler. Yahut bu âyet Hazret-i İsa'nın kelâmından olduğu halde bizim resulümüz murad olmak ihtimali vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım şöyledir : [Benden sonra bir Resûl gelecek ki o Resûlün ism-i şerifi Ahmed olacaktır. Vakta ki o Resûl kavmine mu'cizeleriyle geldiğinde o Resûlün kavmi «şu mu'cize diyerek getirdiği şey açık bir sihirdir» diyecektir] demektir. Her ne kadar bu manâ muhtemelse de âyetin şevkine nazaran manâ-yı evvel zahir ve râcihtir. Çünkü; İsa (A.S.) ın risalet da'vası üzerine kavminin mu'cize istedikleri zahirdir. Binaenaleyh kavminin talebi üzerine mu'cize getiren Hazret-i İsa'ya sâhirdir diyenlerin onun kavmi olması sevk-i kelâma daha münasiptir. *** Vâcib Tealâ Hazret-i İsa'nın risalet da'vasını izhar ettiğini ve da'vasını te'yid için getirmiş olduğu mu'cizesine sihirdir diyerek iftira ettiklerini beyandan sonra bu gibi iftirada bulunanlardan daha ziyade zâlim olmadığını beyan etmek üzere : وَمَنۡ أَظۡلَمُ مِمَّنِ ٱفۡتَرَىٰ عَلَىٱللهُِ ٱلۡكَذِبَ وَهُوَيُدۡعَىٰٓ إِلَىٱلاًَسۡلَـٰمِ‌ۚ buyuruyor. [İslama da'vet olunduğu halde Allah-u Tealâ üzerine yalanı iftira eden kimseden daha ziyade zalim kim olabilir?] Elbette böyle iftiraya cür'et edenden daha ziyade zalim olamaz. Çünkü; sebeb-i necatı olan İslama da'vet olunduğu halde da'vet eden zata ve o zatı gönderen Allah-u Tealâ'ya iftira ettiği için her zâlimden ziyade zâlimdir. وَٱللهُِ لاًَ يَہۡدِىٱلۡقَوۡمَ ٱلظَّـٰلِمِينَ (7) [Halbuki zalim olan kavmi Allah-u Tealâ hidayette kılmaz.] Yani; insanlardan hangi insan ki hudud-u İlâhî'yenin haricine çıkmaktan ve haddini tecavüz etmekten daha ziyade zalim olabilir şol kimseden ki, o kimse kullarını irşad için Allah'ın gönderdiği resulü vasıtasiyle İslama da'vet olunduğu halde yalan olarak Allah'a iftira eder ve resulün getirdiği mu'cizeye sihirdir demekle nebinin da'vetine icabetten imtina' eder. Bu gibi küstahlığa cür'et edenden daha ziyade zâlim olabilir mi? Elbette olamaz. Çünkü mu'cizeye sihirdir demek; o mu'cizeyi getiren resulü tekzib olduğu gibi Allah-u Tealâ'ya dahi iftiradır. Bunun her ikisi de zulmün niha-yesidir. Binaenaleyh; bu gibi zulmü irtikâb edenler hidayete vasıl olup doğru yolu bulamazlar. Çünkü; Allah-u Tealâ zâlimlere hidayetini tevfik etmez. Zira; doğru yol aramaz ve irâdelerini sarf etmezler ki Allah-u Tealâ onlara hidayetini halketsin. *** Vâcib Tealâ kâfirlerin mu'cizeye sihir diyerek iftira ettiklerini ve bu iftiraları sebebiyle ziyade zalim olduklarını beyandan sonra iftiradan maksadlarını açıklamak üzere : يُرِيدُونَ لِيُطۡفِـُٔواْ نُورَ ٱللهُِ بِأَفۡوَٲهِهِمۡ وَٱللهُِ مُتِمُّ نُورِهِۦ وَلَوۡ ڪَرِهَ ٱلۡكَـٰفِرُونَ (8) buyuruyor. [Onlar ağızlarından çıkan sözlerle Allah'ın nûru olan şeriatini söndürmek isterler. Halbuki Allah-u Tealâ kendi nûrunu itmam eder söndürmez velevse kâfirler istemesinler.] Yani kâfirlerin iftiradan ve tekzipten garazları; Allah'ın kullarını irşad için göndermiş olduğu şeriat nûrunu ağızlarından çıkan batıl sözleriyle söndürmektir. Halbuki her şeye kaadir olan Allah-u Tealâ halkı menfaat ve mazarratına irşad eden şeriatının ziyâsını itmam eder, söndürmez, bu itmamı kâfirler isterse arzu etmesinler. Şu halde kâfirlerin sa'yleri boşadır. Çünkü; Allah'ın muradı her zaman onların muradlarına galiptir. Bu âyette Nûr-u Kur'anı sihir diyerek ibtâl etmek isteyenlerin hallerini, güneşi üfürükle söndürmek isteyenlerin hallerine teşbihle istihzaya işaret için Efvâh lâfzı varid olmuştur. Çünkü; kuvvet ve metanette cesim dağlar gibi sağlam olub yıkılmak ihtimali olmayan Kur'anın pek kolay söyleniveren bir sözle ibtalini irâde etmek üfürükle güneşin ziyâsını söndürmeye çalışmaya benzediğinde şüphe yoktur. Binaenaleyh; bu gibi vahi emellerle uğraşmak hamakat ve belki de cinnettir. Şeriatın şanına ta'zim için şeriat-ı garradan Nûr'la tâbir olunmuştur. Zira Nûr; herkesin hidayetine ve yolunu bulmasına sebeb olduğu gibi şeriat da temessük edenlerin hidayetine sebep ve vesiledir. Resûlullah’ın kâffe-i mükellefine meb'us olduğuna işaret için Şeriat manâsına olan Nûr Allah-u Tealâ'ya muzaf kılınmıştır. Çünkü şeriat; Allah'ın nûru olunca o nûrdan zıya almak isteyenlerin cümlesini ihata eder müstesnası olmaz. Binaenaleyh Resûlullah’ın şeriatı; cümle ins ü cirme şeriattır. *** Vâcib Tealâ kâfirlerin nûr-u Kur'anı söndürmek istediklerini beyandan sonra Nûr-u Kur'andan ibaret olan din-i İslâmın sönmeyib bilcümle edyân üzerine gâlib ve zahir olacağını beyan etmek üzere : هُوَ ٱلَّذِىٓ أَرۡسَلَ رَسُولَهُ ۥ بِٱلۡهُدَىٰ وَدِينِ ٱلۡحَقِّ لِيُظۡهِرَهُ ۥ عَلَى ٱلدِّينِ كُلِّهِۦ وَلَوۡ كَرِهَ ٱلۡمُشۡرِكُونَ (9) buyuruyor. [O Allah-u Tealâ ki, Resûlünü aynı hidayet olan Kur'an ve Hak olan Din-i İslâm'la gönderdi ki o din-i İslâm edyânın küllisi üzerine galib olsun velcvse müşrikler onun galebesini istemesinler.] Yani; dinini itmam etmek murad eden Allah-u Tealâ şol Zat-ı Zülcelâldır ki, o Allah-u Tealâ dinini cümle edyân üzerine izhar etmek ve gâlib kılmak hikmetine binaen ahir zaman peygamberini Kur'an ve sair mu'cizatla ve din-i Hak olan millet-i İslâmiyeyle kullarını irşad için gönderdi velevse müşrikler bu dinin zuhurunu istemesinler. Din-i İslâmda mücerred tevhid esas olduğundan kâfirler ve bilhassa tevhide muhalif şirkle ülfet eden müşrikler o dinin yer yüzünde intişarını arzu etmezler. Çünkü; i'tikadlarına muhaliftir. Resûlullah'a hased edenlerin başlıcası Kureyş müşrikleri olduğuna işaret için Resûlullah'tan bahsolunan bu âyette dinin zuhurunu kerih görenlerin müşrik oldukları sarahaten zikrolunmuştur. Amma bundan evvelki âyette mutlaka şeriattan bahsolunup Resûlullah'tan bahsolunmadığı cihetle şeriatı istemeyenlerin mutlaka kâfirler olduğu beyan olunmuştur. Çünkü şeriat; cümle nâs hakkında ni'met olup onu istemeyen elbette küfran-ı ni'met etmiş olduğundan (ولدكره الكافرين) varid olmuştur. *** Vâcib Tealâ din-i İslâmın cümle edyân üzere zuhurunu beyandan sonra bu din-i mübinin tervicine mü'minleri terğib etmek üzere : يَـٰٓأَيُّہَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ هَلۡ أَدُلُّكُمۡ عَلَىٰ تِجَـٰرَةٍ۬ تُنجِيكُم مِّنۡ عَذَابٍ أَلِيمٍ۬ (10) تُؤۡمِنُونَ بِٱللهُِ وَرَسُولِهِۦوَتُجَـٰهِدُونَ فِىسَبِيلِ ٱللهُِ بِأَمۡوَٲلِكُمۡ وَأَنفُسِكُمۡ‌ۚ ذَٲلِكُمۡ خَيۡرٌ۬ لَّكُمۡ إِن كُنتُمۡ تَعۡلَمُونَ (11) buyuruyor. [Ey mü'minler ! Size delâlet edeyim mi bir ticaret üzerine ki o ticaret sizi elem verici azaptan kurtarır? O ticaret; sizin Allah-u Tealâ'ya ve Resûlüne iman ve malınızla, canınızla fisebilillâh mücahede etmenizdir. Eğer bilirseniz şu iman ve mücahede sizin için hayırlıdır.] Yani; ey mü'minler ! Din-i İslâmın edyan-ı saire üzerine galebe edeceğini size beyan ettikten sonra cümle ehl-i imana hitab ederim ki ey ehl-i iman ! Sizi Cehennem azabından kurtaracak bir amel ki o amel aynı ticarettir. Onun üzerine ben size delâlet edeyim ve haber vereyim mi? İşte sizi kurtaracak ticaret; sizin Allah'a ve Resûlüne iman etmenizdir. Zira; iman olmayınca sizi hiç bir amel azaptan kurtaramaz, iman; sizin sebeb-i necat ve halâsınızdır ve sizi azaptan kurtaracak ticaretten diğer birisi de malınız ve canınızla düşmanlarınıza karşı mücahede etmenizdir. Zira; namus-u milliyye ve satvet-i İslâmiyeyi muhafaza ancak din düşmanlarını kahr u tenkil etmekle olacağından siz mücahede edin ki dünyada düşmanın kılıcından ve âhirette Cehennem azabından kurtulasınız. İşte şu beyan olunan iman ve mücahede; bilirseniz sizi için hayırlıdır. Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyet ehl-i imanı mücahedeye teşvik etmiştir. İbadet; rıza-yı İlâhî'yi celbe vesile olduğu cihetle mukabilinde ivaz, ticarete benzediğinden amele Ticaret denmiştir. Binaenaleyh; tacir umur-u ticarette çekmiş olduğu zahmet ve meşakkat mukabilinde fakr u faka beliyyesinden kurtulduğu gibi âbid de ibadetinde görmüş olduğu külfet ve meşakkat mukabilinde rıza-yı İlâhî'ye vasıl olur ve azaptan kurtulur. Kezalik ticaret zahmetini çekmeyen kimse fakr u faka ve bir takım ihtiyaç altında ezildiği gibi iman ve mücahede zahmetini çekmeyen kimse de Allah'ın gazabı ve Cehennem azabı altında ezilir. Bu âyette emre imtisâlin vücubuna şiddetle delâlet etsin için emir makamında Cümle-i ihbariye varid olmuştur. Zira (تؤمنون) lâfzı (آمنوا) manâsınadır. Binaenaleyh imanla emir; imanda sebatla emir olduğundan ehl-i imana imanla emir, hasılı tahsil denilemez. Gerçi emrolunan iman hâsıl ise de sebatla emir, hâsıl olan imanla emrin başkasıdır. Âyette ise emir, asıl imanla emir değildir. Belki hâsıl olan imanda sebat etmeleriyle emirdir. Amma âyette hitab münafıklara veya Nasâra veya Yehûd'a olduğuna nazaran imanla emir hâsılı tahsil ile emirdir diyerek suâl asla varid olmaz. Çünkü; bu surette manâ-yı âyet: [Ey zahirde iman edip de bâtında küfrü gizleyen münafıklar ! Sizin için necat verecek ticaret; zahiriniz gibi batınınızda da iman edib kalbinizden nifakı çıkararak malınız ve canınızla a'da-yı dine karşı mücahede etmenizdir ve ey Musa'ya ve İsa'ya iman eden Yehûd ve Nasâra ! Sizin için ticaret; Mûsa ve İsa (A.S.) a iman ettiğiniz gibi Muhammed (A.S.) a da iman edip a'da'-yı dinle mücahede etmenizdir] demektir. Hulâsa; insana azab-ı elimden necat verecek amelin evvelen îman ve saniyen düşmanla mücahede olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. *** Vâcib Tealâ insanı azaptan kurtaracak amelin iman ve mücahede olduğunu beyandan sonra o amel üzerine hâsıl olacak menfeatleri beyan etmek üzere : يَغۡفِرۡ لَكُمۡ ذُنُوبَكُمۡ وَيُدۡخِلۡكُمۡ جَنَّـٰتٍ۬ تَجۡرِى مِن تَحۡتِہَا ٱلاًَنۡہَـٰرُ وَمَسَـٰكِنَ طَيِّبَةً۬ فِى جَنَّـٰتِ عَدۡنٍ۬‌ۚ ذَٲلِكَ ٱلۡفَوۡزُ ٱلۡعَظِيمُ (12) buyuruyor. [Allah-u Tealâ sizin günahlarınızı mağfiret eder ve sizi Cennetlere idhal eder ki o Cennet'lerin altından ırmaklar akar ve güzel meskenlere idhâl eder ki, o meskenler Aden Cennetlerindendir. İşte şu beyan olunan ni'metler insanlar için fevz-i azimdir.] Yani; siz usûl-ü i'tikadınızda iman edip, füru'-u a'malinizde düşmanla mücahedeye devam ederseniz Allah-u Tealâ sizin geçmiş günahlarınızı affeder ve günahlarınız sebebiyle sizi rüsva etmez, günahlarınızı affedince sizi Cennet'lere koyar ki, o Cennet'lerin altından ırmaklar akar ve sevilmeyecek şeylerin cümlesinden pâk ve temiz, her türlü rahatı cami' ve enva'-ı zinetlerle müzeyyen meskenlere idhâl eder ki o meskenler ikamet mahalli olan Cennetlerdedir. İşte şu ni'metlerin cümlesi Allah'ın kullan için büyük zaferdir ki abdiçin bunun fevkında zafer olamaz. İmanın ve müçahedenin güzel neticeleri şu zikrolunan ni'metler olunca aklı olan kimselerin bu ni'metlere vesile olacak amele çalışmaları lâzımdır. Vâcib Tealâ bu âyette iman ve mücahede üzerine terettüb eden üç şeyi ki: B i r i n c i s i : Günahları mağfiret, İ k i n c i s i : Cennet'lere idhâl, Ü ç ü n c ü s ü : Güzel konaklar vermektir. *** İşte bunları beyandan sonra dördüncü ihsanını beyan etmek üzere : وَأُخۡرَىٰ تُحِبُّونَہَا‌ۖ نَصۡرٌ۬ مِّنَ ٱللهُِ وَفَتۡحٌ۬ قَرِيبٌ۬‌ۗ وَبَشِّرِ ٱلۡمُؤۡمِنِينَ (13) buyuruyor. [Sizin için muhabbet ettiğiniz başka bir ticaret daha var ki, o ticaret Allah'tan nusret ve yakın vakıtta bir fütuhattır ve ey Habibim ! Sen mü'minleri dünyada nusretle ve âhirette âli derecelerle tebşir et ki ehl-i iman mesrur olsunlar.] Çünkü; insanlarda Allah'ın nusretiyle bilâd-ı küfrü fethetmek kadar surûr verecek daha büyük bir şey olamaz. Zira nusret: Cenab-ı Hakk'ın kullarına inayeti ve nazarı eseri olduğu cihetle elbette sürürü muciptir. Binaenaleyh: nusret ve fütuhatın insanların daima muhabbet ettikleri bir şey olduğuna işaret bu âyette ( ) istimrare delâlet eden muzari' sigasiyle varid olmuştur. Geıek nusret, gerekse neticesi olan fütuhat ehl-i iman için beşareti havi olduğundan âyetin hitamında Cenab-ı Hak ehl-i îmânı tebşir etmesini Resûl'üne emretmiştir. Âhiret ni'metlerinin şerefine işaret için Cenab-ı Hak bu âyette âhiret ni'metlerinden ibaret olan mağfiret ve Cennet'e idhâl edeceğini ve Cennet-i Adnde güzel saraylar vereceğini beyandan sonra dünya ni'metinden ibaret olan nusret ve fütuhatı beyan buyurmuştur ki âhiret ni'metlerinin beyanını dünya ni'metlerini beyan üzerine takdim etmiştir. *** Vâcib Tealâ nusret ve fütuhatla ehl-i imanı tebşir ettikten sonra nusretin Resûlullaha muavenetle husule geleceğini mü'minlere tavsiye etmek üzere : يَـٰٓأَيُّہَاٱلَّذِينَءَامَنُواْكُونُوٓاْأَنصَارَٱللهُِ كَمَا قَالَ عِيسَىٱبۡنُ مَرۡيَمَ لِلۡحَوَارِيِّـۧنَ مَنۡ أَنصَارِىٓ إِلَىٱللهُِ‌ۖ قَالَ ٱلۡحَوَارِيُّونَ نَحۡنُ أَنصَارُٱللهُِ‌ buyuruyor. [Ey mü'minler ! Siz Allah'ın dinini i'lâda Resûlüne yardımcı olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa (A.S.) eshabı olan Havâriyyine hitaben «Allah'ın dinini i'lâda bana yardımcı kimlerdir?» dediğinde ashab-ı İsa olan Havâriyyun «Allah'ın dinine yardımcı bizleriz» dediler.] Onlar gibi siz de Allah'ın dinini i'lâda Resûlüne yardımcı olduğunuzu alenen söyleyin ve filen yardım edin ki imanınızın muktezasını yerine getirmiş olasınız. Çünkü imanın muktezası; iman ettiği resulün şeriatini neşr ü ilânda her mü'minin malı ve canıyla çalışmasıdır. İşte ashab-ı İsa (A.S.) bu vazifeyi yoluyla ifa etmek için çalıştıkları gibi Hazret-i Muhammed (A.S.) a iman edenlerin de din-i Muhammedîyi ilâ hususunda çalışmaları lâzımdır. H a v â r i y y u n ile murad; Hazret-i İsa'nın hâlis ahbaplarıdır ki onlar nifak şaibesi olmaksızın iman ederek mal ve canlarıyla Hazret-i İsa'ya yardım etmiş ve din-i İsa'yı neşr ü ilâna çalışmışlardır ve bunların ibtidaen oniki kişi oldukları mervidir. Bunlara Havâriyyun denilmesinin sebebi; Lekesiz mü'min olduklarıdır. Çünkü H a v â r i y y u n ; Hur'dan müştaktır. Hur da lekesiz beyaz manâsına ise de bu makamda hâlis beyazın manâ-yı lâzimisi olan nifak şaibesinden âri lekesiz mü'minler demektir. Bunların san'atlarının çamaşır yıkayıcılık olduğuna dair bazı rivayet varsa da zayıftır ve san'ata tealluk eder buraca bir hüküm olmadığından san'atlarını tedkike de lüzum yoktur. Maksad; hulûs üzere iman ederek Hazret-i İsa'ya bihakkın yardım ettiklerini beyanla ümmet-i Muhammed'e «din-i Muhammedîyi neşr ü ilânda siz de onlar gibi çalışın» demektir. *** Vâcib Tealâ Havâriyyûnun İsa (A.S.) a iman ve yardım ettiklerini beyandan sonra Benî İsrail'in iki kısım olduklarını beyan etmek üzere فَـَٔامَنَت طَّآٮِٕفَةٌ۬ مِّنۢ بَنِىٓ إِسۡرَٲٓءِيلَ وَكَفَرَت طَّآٮِٕفَةٌ۬‌ۖ buyuruyor. [Ashab-ı İsa iman edib din-i İsa'yı beynennâs neşr ü ta'mime başlayınca Benî İsrail'den bir taife iman etti, diğer bir taife kâfir oldu.] Binaenaleyh; iki fırka oldular, beyinlerinde mukatele vuku' buldu ve ihtilâf uzadıkça uzadı. *** Vâcib Tealâ neticede iman edenlerin kâfir olanlara galebe ettiğini beyan etmek üzere : فَأَيَّدۡنَا ٱلَّذِينَءَامَنُواْعَلَىٰ عَدُوِّهِمۡ فَأَصۡبَحُواْظَـٰهِرِينَ (14) buyuruyor. [Biz Azimüşşân şol kimseleri düşmanları üzerine takviye ettik ki onlar İsa (A.S.) a iman ettiler ve biz takviye edince onlar da düşmanlarına gâlib oldular.] Zira; cemi' zamanda hak batıl üzerine galebe eder, ancak o hakkı lâyıkiyle isti'mâl etmek lâzımdır. Şu halde Hazret-i Muhammed'e iman eden mü'minlerin kâfirler üzerine galebe edecekleri şüphesizdir ve lâkin ehl-i imanın muktezay-ı imanları üzerine hareket etmeleri ve esbab-ı müdafaayı vakt ü zamanında yoluyla hazırlamaları düşmanlar üzerine galebenin cümle-i şerâitindendir. Çünkü; muktezay-ı iman üzere hareket etmedikçe eser-i iman zayıf olacağından düşmanın galebesi muhtemeldir. Esbab-ı müdafaada tekâsül gösterilirse kezalik yoluyle müdafaa edilemeyeceğinden düşmanın galebesi muhakkak gibidir ve nitekim galebe de ediyorlar. Zira; Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba ta'lik buyurmuştur. Ef'âl-i ihtiyariyenin cümlesinde sebepsiz bir şey hâsıl olamaz. Şu halde gerek ma'neviyat ve gerek maddiyat her iki cihete de i'tina etmek elzemdir. Çünkü; içtimaiyatta mücerred ma'neviyatın veya yalnız maddiyatın te'siri olamaz. Binaenaleyh; teâlî ve terakkide her ikisi de lâzımdır. ***