Muhammed Doğan (Molla Muhammed el-Kersî) Kitabüz Zekat

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, yüz yılı aşkın bir zaman önce “Münâzarât” isimli eserinde, önemle işaret ettiği zekât konusu, bütün yönleriyle ele alınarak işlendi. Dört mezhebdeki zekât hükümlerini bir araya toplayan Kitâbü’z-Zekât’ta, şer’î delillere dayanılarak kimlerin zekâtla mükellef olduğu ve kimlere verilebileceği anlatılıyor.

Dünyâ devletlerini idâre eden ve 300 kişiden müteşekkil olan gizli bir zındıka komitesinin, bütün dünyânın servetine el koyduğu vurgulanıyor. Müslümânların zekâtlarını da hîle ve hud‘a ile asıl masraf ve mecrâsından saptırıp kendi hedeflerine hizmet edecek yerlere sarf ettiği belirtilen eserde, zekât verilecek sekiz sınıf tanıtılıyor.


   بســـم الله الرحمن الرحيم


الحمد لله رب العالمين و الصلاة و السلام على سيدنا محمد و على اله و صحبه اجمعين  


Kur’ân-ı Azîmüşşân, وَآتُوا الزَّكٰوةَ “Zekâtı verin” [1] emriyle, zengin Müslümanlara zekâtın farz kılındığını sarâhaten bildirmektedir. Zekât, İslâmın beş temel rüknünden birisi olup, hayât-ı ictimâıyye-i beşeriyyede hatt-ı muvâsalayı te’mîn etmeye vesîledir. Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, “Zekât İslâmın köprüsüdür” buyurmakla, zengin ile fakìr arasındaki muvâsalanın zekât köprüsüyle tahakkuk edeceğini bildirmektedir. Evet, zekât sebebiyle, zenginler ile fakìrler arasında şefkat, merhamet, saygı ve hürmet gibi ahlâk-ı âliyye yeşerir ve yerleşir. Kezâ, kalblerdeki mal ve servete karşı olan muhabbet zâil olur. Hayât-ı ictimâıyye âsâyiş, huzûr ve sükûna kavuşur. Evet, târih şâhiddir ki; zekât müessesesi, devlet-i şer’ıyye eliyle hakkıyla icrâ ve tatbîk edildiği zamânlarda Müslümanlar müreffeh bir hayât yaşamış; aralarında kin, nefret ve adâvet gibi ahlâk-ı rezîle zâil olmuş; kavga, kargaşa ve anarşi son bulmuştur. Nev-i beşer, evâmir-i İlâhiyyeye imtisâl etmesi sebebiyle daha dünyâda iken Cennet-misâl bir hayâta mazhar olmuş; dâr-ı âhirette ise ebedî bir Cennet’i kazanma müjdesini almıştır. Dünyâ ve âhiret saâdetini elde etmek için bu dâr-ı imtihân denilen dünyâda bulunan her bir mü’mîn, elbette Allah’ın “Zekâtı verin”[2] emrini, şerîatın ta’yîn ve tesbît ettiği ölçüler dâiresinde edâ etmeye çalışır. Edille-i şer’ıyye ta’bîr edilen “kitâb, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ”nın tesbît ettiği çerçevenin dışına çıkıldığı zamân, elbette edâ edilen bir ibâdetin -kişinin niyyeti ne olursa olsun- sahîh olmadığını, Allah katında merdûd olduğunu bilir. O hâlde, biz Müslümanlara düşen vazîfe; bu zekât ibâdetini “kitâb, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ” çerçevesinde îfâ etmektir. Bu konudaki yanlış ve bâtıl inançlara kapılmadan, sırât-ı müstakìm olan ehl-i sünnet ve’l-cemâatin cadde-i kübrâsından ayrılmamaktır. İşte bizler, başta rızâ-i İlâhî’ye nâil olmak ve Müslümanların zekât ibâdetini sahîh bir şekilde edâ etmelerine, bu konuda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmamalarına yardımcı olmak için Kitâb, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde, dört mezheb imâmlarının görüşleri doğrultusunda zekâtla alâkalı ba’zı mes’eleleri suâl ve cevâb şeklinde bir araya toplamak sûretiyle bu kitâbı kaleme aldık. İnşâallah, Müslümanların zihnini meşgùl eden zekâtla alâkalı en ehemmiyyetli mes’eleler, tevfîk-ı Rabbânî ile bu suâl ve cevâb tarzı ile hâllolacaktır. Bu kitâb, sâdece bir nakilden ibârettir. Şahsî ve indî herhangi bir görüş içinde mevcûd değildir. Müslümanları tenkíd niyyetiyle değil, Kitâb, sünnet ve dört mezhebin görüşleri çerçevesinde Müslüman kardeşlerimize zekât konusunda rehber olması mülâhazası ve niyyetiyle kaleme alınmıştır. Sa’y u gayret bizden, tevfîk Allah’tandır. [1] Bakara 110 [2] Bakara 110


 بســـم الله الرحمن الرحيم

Cenab-ı Hak, Tevbe suresinin 34. ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّ كَثيرًا مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَاْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فى سَبيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَليمٍ “Ey iman edenler! Ahbar ve ruhbanın çoğu (Resul-i Ekrem (a.s.m)’dan önce Peygamberlerinin dini olan İslam’ı tahrif edip muharref bir dini kabul edenler, Hazret-i Muhammed (a.s.m) geldikten sonra da Risalet-i Muhammediyeyi ve Kur’an’ı tasdik etmeyenler), gayr-ı meşru’ yol ile insanların mallarını yerler ve Allah’ın yolundan insanları o mal ile men ederler. Onlar altın ve gümüşü iddihar edip onu Allah yolunda infak etmezler. Belki Allah’ın yolundan insanları men etmek için sarfederler. Onları (o ahbar ve ruhbanı), azab-ı elim ile müjdele!” İşte bu ayet-i kerime bildiriyor ki; Yahudilerin din adamları, Hazret-i Musa (a.s)’dan sonra ve Hıristiyanların din adamları da Hazret-i İsa (a.s.)’dan sonra batıl yolla topladıkları servetleriyle hak dinlerini tahrif ve seddettikleri gibi; Kur’an geldikten sonra da yine topladıkları servetleriyle O’nun nurunu söndürmeye çalışıyorlar ve Allah’ın yolu olan İslamiyet’e sed çekiyorlar. Bu sebeble Allah (c.c), bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” hitabı ile ehl-i imanı teyakkuza sevkedip dikkatlerini şu noktaya çekiyor: Ahbar ve ruhbanın çoğu, insanları kandırıp çeşitli hile ve hud’alarla onların mallarını yiyorlar ve insanların servetlerini kendi ellerinde biriktiriyorlar. Fakat bu serveti, Allah yolunda değil; belki tam aksine Allah’ın yolundan insanları alıkoymak ve o yolu kapatmak için harcıyorlar. Bunlar zahirde din adamları ve güya Allah’ın yoluna kendilerini vakfetmiş kimseler gibi gözüktükleri halde, böyle halkı idlal etmeleri ve nur-u İlahiyi söndürmeye çalışmaları ne kadar aciptir. Evet tarihte görüyoruz ki; nice ahbar ve ruhban, bazı krallardan bile daha büyük servete sahip olmuşlardır. Şu anda da dünyanın ekser servet toplama vasıtalarının arkasında Yahudi hahamları ve Hıristiyan ruhbanları vardır. Başta “Kızılhaç” ve “Unesco” olmak üzere insanlardan bağışlar toplayan ekser örgütlerin ipleri de bunların elindedir ve dünyanın ekser serveti, onların elinde toplanmaktadır. Onlar da bu serveti, ihdas ettikleri muharref ve batıl olan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerini dünyada hakim kılmak ve yeryüzünde, hak olan ve bütün semavi kitabların hakikatini taşıyan Kur’an’ın nurunu söndürmek için sarfetmektedirler. İşte bu ayet-i kerime, onların yüzlerindeki maskeyi düşürüp gerçek çehrelerini göstermekte ve yaptıkları planları bizlere bildirmektedir. Bu ayetten anlaşılan şudur ki: Dünyadaki servet odaklarının ekserisinin başlarında Yahudi ahbarları ve Hıristiyan ruhbanları vardır ve ekser servet toplayan örgütler, bunların idaresi altındadır ve İslam’a ve bu mukaddes dinin mensublarına hücum eden devletleri dahi bunlar, sevk ve idare etmektedirler. Bütün bunların başında ise, dünya devletlerini idare eden ve 300 kişiden müteşekkil olan gizli bir zındıka komitesi vardır, bu gizli zındıka komitesinin reisi de onların bir din adamıdır. İşte Kur’an, bütün İslam alemini bu ayet-i kerime ile ikaz ediyor ve Yahudi ve Hıristiyan din adamları olan ahbar ve ruhbanların asıl yüzlerini görmelerini ve bu hususta uyanık olmalarını emrediyor. O gizli zındıka komitesi, bütün dünyanın servetine el koyduğu gibi; Tevbe suresinin 60. ayet-i kerimesinde bizzat Allah tarafından tesbit edilen sınıfların hakkı olan Müslümanların zekâtlarını da hile ve hud’a ile asıl masraf ve mecrasından saptırıp kendi amaçlarına hizmet edecek yerlere sarfetmekte ve bu konuda hummalı bir şekilde çalışmaktadır. Halbuki nass-ı Kur’an’la zekât, sekiz sınıfa taksim ve tahsis edilmiştir. Şöyle ki: إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ“Farz ve vacib olan sadakalar, ancak ve ancak; fakr u zaruret içinde perişan olup malı olmayan fukaraya; ve sahib olduğu malları, kendisini zillet ve meskenetten kurtarmaya kifayet etmeyen miskinlere; ve devlet-i şer’iyye tarafından zekâtın ahaliden toplanması, muhafaza edilmesi ve dağıtılmasına me’mur edilen amillere; ve kalblerinin İslam’a ısındırılması istenilen müellefe-i kulublara; ve hürriyetlerine kavuşturmak için, bir mal mukabili azad edilmek üzere efendisiyle anlaşma yapan mükâteb kölelere; ve helal yol ile borçlanıp, malı borcuna ve masraflarına kafi gelmeyen borçlulara; ve Kur’an’ı ve ahkam-ı İslamiyeyi hakim kılmak için cihad eden asakirin-i İslamiyeye; ve vatanlarından uzak düşüp elleri mallarına ulaşamadığı için yolda kalmış olan yolculara verilir. Bu farz ve vacib olan sadakalar, yalnız zikredilen bu sekiz sınıfa mahsustur ve onların malıdır. Bunlardan gayrısına asla verilemez. Bu taksimat, hiçbir kimsenin müdahalesi olmadan doğrudan doğruya Allah tarafından yapılmış bir farz ve takdirdir. Binaenaleyh herkesin bu taksime riayet etmesi vacibdir. Zira Allahu Teala, her şeyi bildiği gibi bu zekâtın nerelere verileceğini dahi bilir ve her şeyi hikmetle yapıp, hikmetinin muktezasınca hükmettiği gibi zekâtın kimlere verileceği hususunda da hikmetinin muktezasınca hükmetmiştir.” Demek bu taksimatı, فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِifadesiyle Allah (c.c), bizzat kendisi yapmış ve bu taksimatı Habib’ine dahi bırakmamıştır. Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de zekâtın nerelere verileceğini beyan eden bu ayet-i kerimeyi pek çok hadis-i şerifiyle açıklamıştır. Mesela; Peygamber Efendimiz (s.a.v), Muaz bin Cebeli Yemene vâli olarak gönderdiği zaman, ona şu emri vermiştir: "Onları Allahtan başka ilâh olmadığına ve benim Allahın Resulü olduğuma iman etmeye dâvet et. Eğer bu hususta sana itaat ederlerse; onlara, Cenâb-ı Allahın kendilerine günde beş vakit namaz kılmalarını emrettiğini bildir. Eğer bu konuda da sana itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine mallarından zekât vermelerini farz kıldığını bildir. Zekât, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir.” Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı üzere zekât, ayet-i kerimede bildirilen sekiz sınıfın, bahusus fakirin hakkıdır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere bütün müctehidin-i izam ve bütün ümmet, asr-ı saadetten bugüne kadar zekâtın bu sekiz sınıfın hakkı olduğu hususunda icma ve ittifak etmişler ve zekâtlarını bu sınıflara vermişlerdir. Fakat o gizli zındıka komitesinin emri altında çalışan “unesco” gibi bazı yardım kuruluşları, alem-i insaniyet ve İslamiyet’in hususan Türkiye’nin içindeki bazı örgütleri elde edip bütün vakıfları kendilerine bağlayarak, toplanan yardımların kendilerine ulaşmasını temin ettiler. Mü’minlerden toplanan zekât, sadaka, teberruat, nezir ve kurbanları kendi arzu ve emellerine göre kullanarak, bütün petrollerimize el koydukları gibi bunlara da el koymaktadırlar. Alem-i İslam’da bir kısım ulema-i su’ dahi bu gizli örgütün ve bu gizli örgütün teşkil ettirdiği “unesco” nun te’siri altında kalarak zekâtın masrafıyla alakalı ayeti, gayr-ı meşru bir şekilde fasid te’villerle te’vil ederek, zekâtı başka bir mecraya sevketmek istiyorlar. Halbuki zekât, Kur’an-ı Kerim’in tesbit ettiği sekiz sınıfın hakkıdır. Ayetin te’vili gayr-ı kabildir. Müfessirin-i izam ve mezheb imamları ayet-i kerimeyi nasıl tefsir etmiş ise, hak odur. O gizli örgütün tesiri altında kalan ulema-i su’ ise, başta kitab ve sünnete ve bunları izah eden icma ve kıyas-ı fukahaya muhalefet edip te’vilat-ı faside ile müstahak olmayan yerlere zekâtın verileceğini dava ediyorlar. Mesela; vakıflara, derneklere, örgütlere, cemiyetlere, cemaatlere, basın-yayın organlarına, camilere, medreselere, tekye ve dergahlara, okullara, Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, akaid gib şer’i ilimlerle meşgul olmayıp fen, felsefe ve san’atla meşgul olanlara zekât verileceğini iddia ediyorlar. Halbuki zekâtın bu gibi yerlere verileceğini dava etmek, elbette büyük bir yanlıştır, vebal-i azimdir. Böyle bir yanlışı kabul etmek, şer’an mümkün olmadığı gibi; bu yanlışı içimize sokanın da o gizli zındıka komitesi olduğunu da bilmemiz gerekir. Hatta bugün Müslümanların zekât, sadaka, teberruat, nezir ve kurban gibi mali yardımlarının bir çoğu, hem İslam aleminde, hem de dış ülkelerde bulunan gayr-ı Müslimlerin çocuklarını okutmak ve yeni hürriyetine kavuşan ülkelerde demokrasinin yerleştirilmesi gibi meşru olmayan pek çok yerlere sarfedilmektedir. Alem-i İslam’da bu faaliyeti gösteren pek çok taife mevcuttur. Bu ise, alem-i insaniyet ve İslamiyet’i titretecek bir hadisedir. Kur’an-ı Kerim, ehl-i imanın servetini, bahusus zekâtlarını batıl yolla gayr-ı meşru bir surette toplayan ve bununla iman ve Kur’an nurunu söndürmeye çalışan, insanları Allah’ın yolu olan Hak Din İslamiyet’ten alıkoyan Yahudi ve Hıristiyanların ahbar ve ruhbanları, bahusus o zındıka komitesi ve bu komitenin tesiri altında kalan ulema-i su hakkında şöyle bir tehdidat-ı azimede bulunuyor: يَوْمَ يُحْمى عَلَيْهَا فى نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ “O gün, o ahbar ve ruhbanın (Kur’an’dan evvel hakiki Tevrat ve İncil’i tahrif etmek için ve Kur’an geldikten sonra da Kur’an’ın nurunu söndürmek için iddihar ettikleri) servetlerinin üzerine Cehennem’in ateşi vaz’ edilerek bir ateş parçası haline getirilir. Onunla yüzleri, yanları ve sırtları dağlanır ve onlara “Bu, nefisleriniz için iddihar ettiğiniz servetinizdir. Onların azabını tadın” denir.” İşte Kur’an-ı Hakim, ahbar ve ruhban hakkında bu kadar tehdidat-ı azime yaptığı halde, hala o cehennem ehli olanlarla dostluk yapmaya kalkışmak ve onların tesiri altında kalan ehl-i bid’a ve ulemau’s-suun, zekâtın sarfedileceği yerler konusunda vermiş oldukları yanlış fetva gibi pek çok batıl fetvalarına tabi olmak, elbette hak ve hakikat olan kitab, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahaya doğrudan doğruya bir muhalefet etmek ve şıkk-ı muhalifi iltizam etmektir. Bizler bu eserimizde o gizli örgütün, zekâtın verileceği yerleri tesbit eden Tevbe suresinin 60. ayet-i kerimesi hakkında yaptığı fasid tevillerin ve yanlış yorumların önüne geçmek ve bu konuda ehl-i imanının inancını muhafaza etmek maksadıyla 1400 seneden beri bu ayet-i azime, nasıl tefsir edilmişse ve başta sahabe-i kiram olmak üzere müctehidin-i izam bu ayetten nasıl hüküm çıkarmışsa ve ümmet, bu ayet-i kerimenin hükmünü nasıl tatbik etmişse, bu konudaki nakilleri bir araya topladık. Bu konuda şahsi hiçbir fikir beyan etmedik. Kitab, sünnet, müfessirin-i izam, müçtehidin-i kiram ne emir buyurmuşsa onu naklettik. Eserimiz, sadece bir araştırmadan ibarettir, şahsi re’yimiz mevcud değildir. Biz bu eseri haşa Müslümanları tenkid etmek için yazmadık. Belki başta Cenab-ı Hakkın rızasına nail olmak, Allah’ın hakkını, sonra fakir ve zuafa-i Müsliminin hakkını muhafaza etmek, müstahak olmayan yerlere haklarının verilmesi suretiyle fakir ve miskinlere zulmedildiğini ifade etmek ve Allah’ın bizzat tesbit buyurduğu sekiz sınıfın dışında kalan yerlere, mesela; vakıflara, derneklere, örgütlere, cemaatlere, cem’iyetlere, mescitlere, medreselere, tekyelere, dergahlara, okullara ve benzeri kurum ve kuruluşlara zekâtın verilemeyeceğini beyan etmek için bu eseri kaleme aldık. Zira dört mezheb imamlarına göre; zekâtın rüknü temliktir. Temlik ise, mal sahibinin malından bir parçasını Allah rızası için kendi mülkiyetinden çıkarıp müstahak olanlara teslim etmesi, hak sahiplerinin de o malı kabzedip kendi mülkiyetlerine geçirmesidir. Temlik şartı yerine gelmeyen bir zekât, şer’-i şerife göre geçersizdir. Bu nedenle temlik şartı gerçekleşmeyen yerlere zekât verilmez. Bu eserimizde zekâtın kimlere verileceğine dair tafsilatlı bilgi verilecektir. Sa’y u gayret bizden, tevfik ve inayet Ellah’dandır.

"Sâhil-i selâmet olan Dârüsselâma Ümmet-i Muhammedi'yeyi (a.s.m.) çıkaran bir Sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz."

TPL_BACKTOTOP