(Hz. İsa aleyhisselâmın yeniden dünyaya inişi 13 âyet-i kerime ve 84 ehâdîs-i şerîfe ışığında inceleniyor. İlgili âyet ve hadislere cumhur-i müfessirîn ve cumhur-i ulemanın getirdiği izahlar da naklediliyor. 12 kısım ve bir zeylden meydana gelen eser, bütün şüpheleri izale ediyor.) Nüzûl-i Îsâ (as) 13 ÂYÂT-I KERİMENİN 84 EHADİSİ ŞERİFENİN CUMHÛR-U MÜFESSİRİN VE CUMHÛR-U ULEMÂNIN RE’YİNE GÖRE AÇIKLAMASIDIR بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Cenâb-ı Hak, insânların dünyâ ve âhiret saâdetini te’mîn etmek için en büyük bir ihsân-ı İlâhî olarak Dîn-i Hak olan İslâm’ı göndermiştir. Nev-i beşer, ancak bu dîni kemâ hüve yaşamak ve hayâtın her safhasında o dînin ahkâmını tatbîk etmek sûretiyle saâdeti elde edebilir. Mâdem şu asr-ı hâzırda Dîn-i Muhammedî (a.s.m.) tezelzüldedir. Bid’alar her tarafı istîlâ etmiş, ehl-i sünnet ve’l-cemâat inancı sarsılmıştır. Bütün Müslümanlar, maddeten ve ma’nen kâfirlerin küfür ve zulmü altında esâret hayâtını yaşamaktadırlar. Dünyâda mü’minin ne can, ne mal, ne de ırz husûsunda hiçbir emniyeti kalmamıştır. Başta Yahûdî milleti olmak üzere bütün kâfirler ve münâfıklar, İslâm Dîni üzerinde her türlü entrika ve plânı çevirmek sûretiyle “dinde reform” yapmak istiyorlar. Onlar, Dîn-i İslâm’ı tahrîf ve tebdîl etmek için böyle sinsice tuzak kurarken, Cenâb-ı Hak; وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِريِنَ “Onlar tuzak kurdular; Allâh da onların tuzaklarını bozdu. Çünkü Allâh, hîle yapanların cezâsını en iyi verendir.”[1] âyet-i kerîmesi ile onların bu tuzaklarını akim bırakacağını va’d etmiş ve اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[2] âyeti ile de Dîn-i İslâm’ı kıyâmete kadar muhâfaza edeceğini taahhüd etmiştir. Elbette O Sâdıku’l-va’d olan Zât-ı Zülcelâl, bu va’d ve taahhüdünü yerine getirecek, İslâm güneşi ile bid’alar zulümâtını dağıtacak, yeryüzünde İslâm Dîni’ni hâkim kılarak diğer bâtıl ve muharref dînleri ortadan kaldıracak, Müslümanları kâfirlerin zulüm ve esâretinden kurtarmak sûretiyle can, mal ve ırz cihetinde onlara emniyet-i tâmme verecektir. İşte bütün bu hikmetli maksadların tahakkuku ve va’d-i İlâhî’nin zuhûru için bir muslih, bir müceddid ve bir kurtarıcının taraf-ı Rabbânîden gönderilmesi lâzımdır. Elbette bütün peygamberlerin istiàze ettikleri ve ümmetlerine de bunu emrettikleri deccâliyyet asrının fitnesinden Müslümanları, belki insâniyyet âlemini kurtarabilecek ancak Muhbir-i Sâdık (a.s.m.)’ın haber verdiği Meryem oğlu Îsâ (a.s.) olabilir. Başta Cenâb-ı Hak, Kelâm-ı Kadîminde; Rasûl-i Ekrem (a.s.m.), mütevâtir ve sahîh hadîslerinde; sahâbe-i kirâm ve tâbiìn, âsârında Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın mezkûr makàsıd için âhirzamânda cism-i beşerîsiyle semâdan yeryüzüne ineceğini haber verip müjdeledikleri ve bu konuda bütün ümmet icmâ’ ettikleri hâlde; dîn düşmanları, Müslümanların istikbâle ümîdle bakmalarını kırmak, inançlarını sarsmak, maddî gücü ellerinde bulundurmak sûretiyle haklı olduklarını göstermek maksadıyla nüzûl-i Îsâ (a.s.) hakkında bir takım bâtıl fikirler ortaya atıyorlar. Maalesef bir kısım Müslümanlar da onların bu bâtıl fikirlerinin te’sîri altında kalıyorlar. Nüzûl-i Îsâ (a.s.) hakkında ortaya atılan bâtıl fikirlerin ba’zılarını şöyle sıralayabiliriz: 1)Hazret-i Îsâ (a.s.) nüzûl etmeyecektir. 2) Hazret-i Îsâ (a.s.) ceseden nüzûl edecektir. Ancak bu nüzûl, Müslümanlar arasına değil, Hıristiyanlar arasına olacaktır. 3) Hazret-i Îsâ (a.s.) bedenen değil, rûhen nüzûl edecektir. Ancak nüzûlü, Müslümanlar arasına olacaktır. 4) Hazret-i Îsâ (a.s.) bedenen değil, rûhen nüzûl edecektir. Ancak nüzûlü, Hıristiyanlar arasına olacaktır. 5) Hazret-i Îsâ (a.s.) bedenen inmeyecektir. Nüzûl-i Îsâ (a.s.)’dan murâd, O’nun şahsiyyet-i ma’neviyyesinin nüzûlüdür. 6) Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın nüzûlünden murâd, Îsâ (a.s.)’a benzeyen bir adamın ortaya çıkmasıdır. Dîn düşmanları ve onların te’sîri altında kalan ba’zı Müslümanlar, bu bâtıl inançlarını Müslümanlar arasında yerleştirmeye çalışıyorlar. Maalesef hakìkì ma’nâda dînini bilmeyen ba’zı Müslümanlar da onların bu bâtıl fikirlerine tâbi’ oluyorlar. Hâlbuki Rasûl-i Ekrem (a.s.m.), gelecek hadîs-i şerîflerinde Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın âdil bir hâkim olarak cism-i beşerîsiyle Müslümanlar arasına ineceğini açıkça bildirmektedir. Şöyle ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemîn ederim ki; Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’ın âdil bir hâkim olarak aranıza inmesi yaklaşmıştır. İnecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldırıp İslâm’dan başka bir şeyi kabûl etmeyecektir. Onun zamânında mal kimsenin kabûl etmeyeceği kadar bollaşacak; bir tek secde, dünyâ ve dünyâdaki bütün şeylerden daha hayırlı olacaktır.”[3] Demek âhirzamânda inecek olan Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın rûhu veyâ şahsiyyet-i ma’neviyyesi değil; bizzât cism-i mübârekidir. Hem Îsâ (a.s.), âhirzamânda Hıristiyanlar arasına değil; Müslümanlar arasına nüzûl edecektir. İşte dîn düşmanlarının bu bâtıl fikirlerini çürütmek ve Müslümanların îmânlarını takviye etmek maksadıyla, Îsâ (a.s.)’ın âhirzamânda semâdan cism-i beşerîsiyle Müslümanlar arasına nüzûl edeceğini ve nüzûl-i Îsâ (a.s.), kıyâmetin alâmetlerinden biri olduğunu bu eserimizde delîlleriyle isbât ettik. Burada Îsâ (a.s.)’ın âhirzamânda cism-i beşerîsiyle semâdan yeryüzüne Müslümanlar arasına nüzûl edeceğine dâir birkaç maddeyi kısaca beyân edeceğiz: Birincisi: Âhirzamânda Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın cism-i mübârekiyle semâdan yeryüzüne nüzûlü, İslâmiyet’in bedîhî mesâilindendir. Çünkü bu mes’elenin hem naklen, hem de aklen sübûtu kat’ìdir. İkincisi: Mesâil-i dîniyyeyi doğru anlamak için, bu asırdan ma’nen tecerrüt etmek lâzımdır. Zîrâ fitne-i âhirzamân sebebiyle bu asır, İslâmiyetin rûhundan fersâh fersâh uzaklaşmıştır. Bu asırda ehl-i dalâlet ve ehl-i ilhâdın bütün plânları, doğrudan doğruya îmânın esâslarını ve temellerini yıkmaya müteveccihtir. Yine bu asırda İslâmî tedrîsât inkıtâa uğramış; buna bağlı olarak Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) câhil bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak mü’minlerin inancı alt üst olmuş, en bedîhî bir mes’eleyi dahi anlatmak ve anlamak çok zor hâle gelmiştir. Şâyet bu asrın efkârından tecerrüd edip fikren asr-ı saâdete gidebilsek veyâ asr-ı saâdetten bugüne kadar an’anevî bir sûrette gelen kütüb-i İslâmiyyeyi tedkìk edebilsek; o zamân bu mes’elenin güneş gibi zâhir ve kat’ì olduğunu göreceğiz. Demek Îsâ (a.s.)’ın cism-i beşerîsiyle nüzûl edeceğini kabûl etmeyenlerin mesnedi, fikriyyât-ı ecânibtir. Aslâ İslâmî an’aneden kaynaklanmamaktadır. Üçüncüsü: Ecnebîlerin ve dîn düşmanlarının asırlar boyu Dîn-i İslâm aleyhinde tasarladıkları ve plânladıkları bütün oyunları, bu deccâliyyet asrında su üstüne çıktı. Böyle bir asırda sâdece nüzûl-i Îsâ mes’elesi değil; belki pek çok mesâil-i îmâniyye hakkında dahi ümmet şüphe içinde olup, ecnebîlerin te’sîri altında kalmaktadır. Hadîs-i şerîflerde bu müdhiş tahrîbâtın, deccâliyyet fitnesinden kaynaklandığı beyân edilmiş ve hadîsce ümmetin Deccâl fitnesinden Allâh’a sığınması emredilmiştir. Demek Dîn-i Mübîn-i İslâm’a muhâlif bütün inançların menbâ’ı deccâliyyet olduğu gibi; Îsâ (a.s.)’ın cism-i beşerîsiyle nüzûl etmeyeceği inancının menbâ’ı dahi deccâliyyettir. Dördüncüsü: Bir mü’min, her mes’ele-i dîniyyede olduğu gibi, nüzûl-i Îsâ (a.s.) mes’elesinde dahi sâdece aklını hakem ta’yîn etmez. Evvelâ bu mes’ele hakkında Kur’ân ne demiş? Sünnet onu nasıl beyân etmiş? İcmâ’-ı ümmet bu mes’eleyi nasıl hâlletmiş diye, İslâm’ın temel ve vazgeçilmez kaynaklarına başvurur. Çünkü her mes’elede olduğu gibi; bu mes’elede dahi söz hakkı öncelikle Kur’ân’ındır. Şâyet bu konudaki âyât-ı Kur’âniyyede bir kapalılık varsa veyâ mes’ele icmâlî olarak anlatılmışsa, o zamân Kur’ân’ın en birinci müfessiri olan Rasûl-i Ekrem (a.s.m.)’ın ehâdîs-i şerîflerine mürâcaat edilir. Bir mü’min, İslâmiyetin bu iki temel kaynağına mürâcaat etmekle mükellef olduğunu bilir. İşte bu temel kàideye binâen; nüzûl-i Îsâ (a.s.) hakkında, en evvel Kur’ân’a mürâcaat ediyoruz. Âyet-i kerîmelerin bu konuyu tafsîlen değil; icmâlen beyân ettiğini görüyoruz. Bu nedenle tafsîlâtlı bilgi için ehâdîs-i Nebeviyye’ye mürâcaat ediyoruz. Zîrâ hadîslerdeki net ve sarîh ifâdeler, âyetlerdeki bir derece kapalı olan müşkilâtı kesin olarak hâlletmektedir. Hem bu noktada hadîs-i şerîflere bakıldığı zamân, ulemâ-i İslâm tarafından bu hadîslerin sahîh ve mütevâtir kabûl edildiğini görüyoruz. Mes’ele bu şekilde vüzûhuyla ortaya çıktıktan sonra, bir mü’minin tam bir itmi’nân-ı kalbe sâhib olması, îmânının gereğidir. Çünkü âyât-ı Kur’ân’iyedeki murâd-ı İlâhîyi en evvel anlamak hakkı, hiç şüphesiz Rasûl-i Ekrem (a.s.m.)’a âittir. Mâdem Muhbir-i Sâdık (a.s.m.), yüze yakın hadîslerinde Îsâ (a.s.)’ın bizzât şahsıyla semâdan ineceğini ve âlemdeki küfür ve zulmü kudret-i İlâhiyyeye dayanarak kal’ ve ref’ edeceğini haber vermiş. Elbette va’dedilen bu nüzûl, gerçekleşecektir. Kezâ bu konuda icmâ’-ı ümmet hâsıl olmuş ve bu mes’ele, ehemmiyyetine binâen hak olan ehl-i sünnet akìdesine dâhil olmuştur. Mâdem bu konuda ümmetin icmâ’ı vardır. Elbette hak olan anlayış, icmâ’-ı ümmetin anlayışıdır. Çünkü; لاَتَجْتَمِعُ أُمَّتِي عَلَى ضَلاَلَةٍ “Ümmetimin müctehidleri, dalâlet üzerinde birleşmezler.”[4] Hadîs-i şerîfi, sarâhaten ifâde eder ki; Ümmet-i Muhammed (a.s.m.)’ın müctehidleri, dalâlet ve hatâ üzerinde birleşmezler. Mâdem müctehidîn-i ümmet bu konuda birleşmişler, demek bu konu haktır ve vukù’ bulacaktır. NOT: Hadîs-i şerîfte geçen “ümmet” ta’bîrinden murâd; ümmet-i hâs ve ümmet-i kâmil demektir ki; o da müctehidlerdir. Beşincisi: Kur’ân’ın âyetlerine baktığımız zamân, Hazret-i Âdem (a.s.)’dan bugüne kadar, her ne zamân beşer, ma’nevî bir bunalıma girmiş, şirk ve dalâlet vâdilerinde koşturmuş ve yaradılış gàyelerinden inhirâf etmişse, işte o zamân rahmet-i İlâhiyye onların imdâdına bir kurtarıcı göndermiştir. Nitekim ; وَلِكُلِّ اُمَّةٍ رَسُولٌ “Her ümmetin bir peygamberi vardır.”[5] ;وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ “Her toplumun bir hâdîsi (rehberi) vardır.”[6] ; وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِى كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ “Celâlim hakkı için, biz her ümmete; ‘Allâh’a ibâdet edin ve Tâğûttan sakının,’ diye emretmeleri için bir peygamber gönderdik.”[7] gibi âyetler, ilmî, amelî ve edebî sâhâlarda beşeri, beşere kul olmaktan kurtarıp, yalnız Allâh’a kul etmek maksadıyla Allâh tarafından her ümmete bir hidâyet rehberinin ve bir rasûlün gönderildiğini haber vermektedir. Bu nokta-i nazardan ve kàideden hareketle, acabâ dünyâ târihinde hangi asır bu deccâliyyet asrı kadar bozulmuştur? Târihin hangi dönemi bu kadar küfür ve sefâhetle dolup taşmıştır? Beşerin hangi safhası bu kadar tevhîd akìdesinden mahrûm kalmıştır diye, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, her akl-ı selîm sâhibi, hemen bir hads-ı kat’ì ile hükmeder ki, şu asr-ı âhire ve sefîheye mutlaka bir kurtarıcının gelmesi elzem ve zarûrîdir. İşte o kurtarıcı, Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’dır. O hâlde Muhbir-i Sâdık (a.s.m.)’ın ihbârı, tam mutâbık-ı muktezâ-i hâldir. Nasıl ki Hazret-i Îsâ (a.s.), Rasûl-i Ekrem (a.s.m.)’ı âlemin reisi, kurtarıcısı, tesellîcisi gibi sıfatlarla tavsîf ederek müjdelemiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.) da Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı imâm (devlet idârecisi), mehdî, hâkim-i âdil gibi sıfatlarla tavsîf ederek müjdelemiştir. Hakìkaten beşer, şu asırda bizzarûre bir kurtarıcı el bekliyor. Âdetâ bütün gücüyle ve zerrâtıyla مَتىَ نَصْرُ اللهِ “Allâh’ın yardımı ne zamân?”[8] diye feverân ediyor. Elbette Rahmet-i İlâhiyye, ümmetin imdâdına bir kurtarıcı el olarak Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı gönderecektir. Zîrâ Rabb-i Rahîm’imizin müstemir âdeti böyle cereyân etmiştir. Demek aklen de bu mes’elenin vukù’ bulmayacağına imkân yoktur. O hâlde nüzûl-i Îsâ mes’elesi, aklen de gàyet ma’kùldür ve olmaması için hiçbir mâni’ yoktur. Aksine bütün şartlar ve hâl-i âlem, O’nun nüzûlünü şiddetle iltizâm etmektedir. Çünkü şu zamânda Dîn-i Muhammedî (a.s.m.) tezelzüldedir. Müslümanlar her nev’i zulüm altında inlemektedir. Îmânsızlık ve sefâhet bütün envâ’ıyla hüküm sürmektedir. Rabbimiz ise, hadsiz rahmet ve şefkat sâhibidir. Elbette O Rabb-i Rahîm, Ümmet-i Muhammediyye (a.s.m.)’ı bu sıkıntıdan kurtarıp âlemi, şirk ve dalâletten temizleyecektir. Cenâb-ı Hak, bir dakìka zarfında yerle gök arasını bulutlarla doldurup boşalttığı gibi; bir sâniyede denizin fırtınasını teskîn eder ve bahâr içinde bir saatte yaz mevsiminin nümûnesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını îcâd eder. İşte böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, Hazret-i Îsâ (a.s.) ile de Âlem-i İslâm’ın zulümâtını dağıtabilir. Mâdem bunu va’detmiş, elbette va’dini yerine getirecektir. Altıncısı: Yahûdî milleti, rivâyetlere göre pek çok peygamberi katletmiştir. Kur’ân, onların bu dehşetli cinâyetini; وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّنَ بِغَيْرِالْحَقِّ “Yahûdîler, haksız olarak peygamberleri öldürüyorlar.”[9] âyetiyle haber vermektedir. Yahûdîler, âdetâ peygamberleri öldürme cinâyetini, Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı öldürmeye teşebbüs etmek sûretiyle zirveye çıkarmak istediler. Cenâb-ı Hak ise, Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı Yahûdîlerin elinden kurtararak O’nu rûhen ve ceseden rahmetiyle semâya kaldırdı. Şüphesiz O Zât-ı Zülcelâl, bütün peygamberlerin ve Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın hakkını ve intikàmını bu dünyâda dahi o menhûs milletten almak için, âhirzamânda O’nu tekrâr rûhen ve bedenen yeryüzüne gönderecektir. Kıyâmete kadar bu intikàmın te’hîr edilmesinin sebebi, hâşâ bir ihmâl olmayıp, belki onlar için bir istidrâctır. Hazret-i Îsâ (a.s.) geldiğinde; وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ “Ehl-i kitâbtan her biri, ölümünden önce O’na (Hazret-i Îsâ’ya (a.s.)) muhakkak îmân edecektir.”[10] âyetinin sarâhatiyle ehl-i kitâb, ya îmân edip İslâm Dîni’ne girecekler, ya da öldürüleceklerdir. Mâdem Yahûdî Milleti, en büyük cinâyetlerini peygamber katliyle başlatmış ve yine bir peygamber olan Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) katline teşebbüs etmekle âdetâ cinâyetlerini itmâm etmişlerdir. Allâh da onların bu cinâyetlerine mukàbil, Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı göğe kaldırmakla ve âhirzamânda O’nu tekrâr rûhen ve bedenen yeryüzüne göndermekle böyle bir milletten peygamberlerin intikàmını alacaktır. Çünkü onların hakkından gelebilecek ancak bir peygamber olabilir. Zîrâ bu mücâdele, o menhûs millet ile peygamberler mücâdelesidir. Bu hikmete binâen; yeryüzünü onların şirk ve zulümlerinden kurtaracak olan da aklen yine bir peygamber olmalıdır. O hâlde Hazret-i Îsâ (a.s.) peygamber iken, “âdil bir hükümdâr” sıfatıyla inecek ve dünyâyı fitne ve fesâda veren o menhûs milleti izn-i İlâhî ile temizleyecektir. Yedincisi: Gizli bir zındıka komitesinin ve felsefeci İbn Hâldun’un te’sîri altında kalan Muhammed Abduh ve Hindistan’da peygamberlik da’vâsında bulunan Mirzâ Ğulâm Ahmed gibilerinden başka, hiçbir İslâm âlimi Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın yeryüzüne “rûhen” ineceğini kabûl etmemiştir. Bu eserimiz, Îsâ (a.s.)’ın rûhen değil; belki Âlem-i İslâm içine “rûh ve beden” olarak ineceğini bütün delîlleriyle gözler önüne sermiştir. Demek, Hazret-i Îsâ (a.s.)’ın rûhen ineceğini da’vâ edenlerin, bâtıl bir da’vâya hizmet etmekten başka hiçbir hakìkatleri yoktur ve hiçbir mu’temed İslâmî kitâbta mesnedleri bulunmamaktadır. Bu kimseler bu inançlarıyla; felsefecilerin, batılı müsteşriklerin, Yahûdî ve Hıristiyanların düşüncelerine hizmet etmekte ve böylelikle Ümmet-i Muhammed (a.s.m.)’ın inancını bozmaktadırlar. Sekizincisi: Nüzûl-i Îsâ ile ilgili pek çok hadîs-i şerîf, İslâmiyet’in en mu’temed hadîs kitâbları olan “Buhârî ve Müslim”de yer almaktadır. Muhaddisler ve ulemâ-i İslâm da bu hadîslere “sahîh, mütevâtir veyâ mütevâtir-i ma’nevî” demişlerdir. Şâyet bu hadîsler zayıf veyâ mevzû’ hadîs olarak kabûl edilse, o zamân zâhiren Kur’ân’da bulunmayıp, sâdece sahîh hadîslerle sâbit olan binlerce mesâil-i İslâmiyyeyi reddetmek lâzım gelir. Çünkü bu mesâili isbât eden o sahîh hadîsler de reddedilebilir. Bu durumda dînin ikinci kaynağı olan hadîs devreden çıkarılmış olur ve Dîn-i İslâm’ın mahdûd birkaç mesâili hâriç, hiçbir mes’eleye güvenle bakılmaz. Nitekim asırlardan beri masonların, müsteşriklerin ve Âlem-i İslâm içerisinde bulunup onların fikriyyâtiyle beslenen sözde ilim adamı ve profesörlerin istedikleri de budur ki; onlar, binlerce sahîh hadîsleri reddederek “ve ba’zılarına zayıf, ba’zılarına haber-i ahâd, ba’zılarına mevzû’, ba’zı mütevâtir hadîslere dahi i’timâd edilmez, Peygamberimizden gelen mütevâtir hadîs bir veyâ iki tânedir, diğer hadîslerin tümü, Hazret-i Peygamber (a.s.m.)’dan iki asır sonra tedvîn edildiğinden hiçbir hadîs mevzû’ ve yalandan hâlî değildir. O hâlde bir-iki hadîs hâriç hiçbir hâdise i’timâd edemeyiz”, diyorlar. Neûzü billâh! Dokuzuncusu: Her ne kadar Kur’ân’daki nüzûl-i Îsâ ile alâkalı âyetler, hadîs-i şerîflerdeki gibi Îsâ (a.s.)’ın şahsen ineceği hakkında tam tafsîlât vermiyor. Ya’nî bu âyetler, hadîs-i şerîflerdeki gibi; “Îsâ (a.s.) inecek, Deccâl’i öldürecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, Müslümanların imâmı Mehdî’ye namâzda uyacak, evlenecek, yer yüzünde kırk sene kalacak, âdil bir hükümdâr olacak ve Şerîat-ı Muhammediyye (a.s.m.)’ı tatbîk edecek” şeklinde bir bilgi ve tafsîlât vermemiş ise de icmâlen beyân etmiştir Tefsîr usûlünce sâbittir ki; hadîs-i şerîfler, âyet-i kerîmelerdeki kapalılığı îzâh eder, ondaki mücmeli tafsîl eder, müşkilât-ı âyeti hâlleder ve hiçbir zamân âyete ters düşmez. Demek âyât-ı Kur’âniyye, ehâdîs-i Nebeviyye’nin ışığında anlaşılmalıdır. Zîrâ hiçbir kimse, murâd-ı İlâhî’yi Rasûl-i Ekrem (a.s.m.) gibi anlayamaz ve bu mümkün de değildir. Onuncusu: Her ehl-i ilim ve insâf sâhibi, bu eserimizi tetkìk netîcesinde şu hükme varacaktır: “Bütün müfessirîn-i izâmın açık ve net beyânâtı, sahîh ve mütevâtir ehâdîs-i Nebeviyye’nin sarâhatı ve icmâ’-i ümmetin ittifâkına binâen, Hazret-i Îsâ (a.s.), alâmet-i kıyâmet olarak, cism-i beşerîsiyle semâdan Müslümanlar arasına inecektir. Bu mes’ele, şek ve şüpheden ârî olup hak ve hakìkattır, aksinin isbât edilmesi ise mümkün değildir.” Cenâb-ı Erhamürrâhimînden duâ ve tazarrû’umuz şudur ki; Hazret-i Îsâ (a.s.)’ı bir an önce göndermek sûretiyle küfür ve zulümle dolmuş olan yeryüzünü, îmân ve adâletle temizlesin. Böylece Ümmet-i Muhammediyye (a.s.m.)’ı sâhil-i selâmete çıkarsın. Âmîn! Sa’y u gayret bizden, tevfîk Rabbimizdendir.
[1] Âl-i Imrân Sûresi, 54. [2] Hicr Sûresi, 9. [3] Buhârî, Müslim, Tirmizî. [4] El-Verekât, 1/24. [5] Yûnus Sûresi, 47. [6] Ra’d Sûresi, 7. [7] Nahl Sûresi, 36. [8] Bakara Sûresi, 214. [9] Bakara Sûresi, 61. [10] Nisâ Sûresi, 159. Rahle Yayınları